Afetler Üzerine Yazıp Söyleyemediklerim
Bugün 1999 Marmara depreminin üzerinden geçen çeyrek asırdan sonra, hiçbir kaygı gütmeden duygularımı ve düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.
Yapılan haksızlıklardan dolayı akademik kariyerime nokta koyduktan sonra dilimin kemiği önce kıkırdak oldu, sonra tümden yok oldu. Afet yönetimi üzerine birçok makale, kitap bölümü, blog ve site yazıları yazdım. Birçok kongrede, forumda, sempozyumda bildiri sundum. Çok şeyler söyledim, çok şeyler yazdım. Yazdıklarım birçok unvan sahibi kişiye göre fazla cesaretli olsa da, yine de içimde yazamadığım ve söyleyemediğim şeyler kaldı. Bugün 1999 Marmara depreminin üzerinden geçen çeyrek asırdan sonra, hiçbir kaygı gütmeden duygularımı ve düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Belki böylece afetlerde kaybedilen ve her biri on binlerin içinde bir sayı olan canlar için üzerime düşeni yapmış olurum.
Afetlerle İlk Ciddi Karşılaşmam
1992 yılının 13 Mart günüydü. Bir Cuma akşamıydı ve ben Topçu Taburu nöbetçi subayıydım. Saat 19:20 civarında yoklama almak için ilk bataryanın yemekhanesine girdim. Belki de şans eseri bütün askerler yoklama için yerlerindeydi ve her şey kontrol altındaydı. Bir anda başlayan sarsıntıyla ayakta durmakta zorlandım ve sırtımı en yakındaki kolona dayamak için hamle yapmamla arkamda duran panonun bir saniye önce durduğum yere devrilmesi bir oldu. İlk tepkim askerlere sakin olmaları için bağırmak oldu. Geçmek bilmeyen (yaklaşık 40 saniye civarında bir zaman dilimi olmasına rağmen) uzun saatlerden sonra, dört bataryanın yemekhanelerinde yoklama için bekleyen askerleri dışarı çıkardım. Bazıları deprem anında camları kırarak kendilerini dışarı atmıştı.
Hepsi acemi eğitimi için geldikleri asker ocağında ne olduğunu anlayamadıkları bir kâbusun ortasındaydı. Ağlayan ve sızlananların arasında bir ekip kurup binanın her tarafını kontrol ettim. İçeride kimsenin kalmadığına emin olduktan sonra eksi beş derecede dışarıda geçireceğimiz gece için koğuşlardan battaniyeleri çıkartıp askerlere dağıttım. Sonra askerleri sakinleştirmek için bir konuşma yaptım. Belki gecenin nasıl geçeceğini ben de düşünüyordum ama afetin asıl yüzüyle yüzleşmem, ertesi sabahtan itibaren başladı. Meğer gece boyu duyduğum sirenler ve çığlıklar, yaşayacaklarımın fragmanıymış. Adeta bir korku filminin içerisindeydim ve o sahneden nasıl çıkacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Zaman aslında hiçbir şeyi çözmüyordu, sadece insan her şeye alışıyordu.
Afetlere olan ilgim böyle başladı. Yaşanan bütün hataları, insanın ne kadar kötüleşebileceğini, yitip giden hayatların ardında yarım kalan hikâyeleri düşündüm. Bütün yaşadıklarıma rağmen bugün geriye dönüp baktığımda canımı en çok acıtan şey, ülkemde 1992’de afet sonrası yaşanan yapısal sorunların 1999’da Marmara depreminde, 2011’de Van depreminde, 2023’de 11 ili kapsayan büyük Güneydoğu depremindeki varlığını görmemdi. Bir ülkede 30 yılda siyaset hiç mi çözüm üretemezdi? Bu sorunları akademik yazılarımda, STRASAM’da yayımlanan yazılarımda elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım. Ancak her afet sonrası değerli hocalarımızın çıkıp insanlara depremin teknik detaylarını vermelerini afet yönetimi sanan ve popülizmden beslenen siyasetçi grubuna afet yönetiminin kriz yönetimini de içeren bir süreç yönetimi olduğunu ve bu anlamda yapılması gerekenlerin genellikle eksik kaldığını anlatmakta başarılı olamadım. Bu konuda yeterliliği olan bir insan olmama rağmen kimseye yardımcı olamadım. Oysa bir insan kaynakları yönetim sistemi olsaydı ve beni yaşanan afetler sonrası kriz yönetim merkezinde görevlendirselerdi, hiçbir maddi karşılık beklemeden seve seve orada olurdum.
Afetlere Dair Düşüncelerim
Hiç gündeme gelmez ama afetler sadece toplumların gelişmişlik düzeyini değil, ahlaki düzeyini de ortaya çıkarır/test eder. Bazen gerçekten öngörülebilir riskler doğru değerlendirildiği halde doğanın gücü karşısında alınan önlemler yetersiz kalabilir. Ancak öngörülemezlik nedir? Aynı yerde iki yıl arayla sel baskını neticesinde araç içinde insanlar can veriyorsa, bunu öngörülemezlikle açıklayamazsınız. “Doğa intikamını alır” gibi beylik laflarla sorumluluklarınızı da gizleyemezsiniz. Ama ölenlerin yakınlarına “biz bunu öngöremedik” demek, ahlak yoksunluğunun itirafıdır. Büyük bir depremde bir yapı kurabiye gibi dağılıp ölümlere neden olurken, yanındaki yapı sapasağlam ayaktaysa burada öngörülemezlik değil, para hırsının tetiklediği büyük bir ahlaksızlık zincirinin halkaları söz konusudur. Bu halkada yer alanların ortak özelliği insanlığa karşı işledikleri suçun ortaklığıdır. Bundan dolayı afet sonrası soruşturmalarda kamuoyunu tatmin edecek bir sonuç çıkmaz.
Hele bir de afet sonrası yağma olayları var ki, büyük afetlerden sonra yaşanmadığı vaki değildir. Afetin ilk saatlerinden itibaren yağma ekiplerinin yolculuğu başlar. Çevre illerden yardım ekiplerinden bile hızlı örgütlenip afet bölgesine ölü soymaya, enkazlarda hırsızlık yapmaya giderler. Güvenlik güçlerinin böyle ortamlarda ekstra yetkilerle görev yapması tartışılsa da, siyasi iktidarlar afet bölgesi ilan etmek istemezler, güvenlik güçlerine bu ahlak ve vicdan yoksunlarına karşı ekstra yetkiler vermekten çekinirler. Günün sonunda servet el değiştirir, hırsızlar mutludur, afetten sağ kurtulan ise zaten çalınan ve yağmalanan malına üzülecek durumda değildir. Herkes olayları duydukça hiddetlenir ama kimse bu asalakların yetiştiği bataklıkla yüzleşmek istemez. Her şey kısa süre sonra unutulur ve hiç kimse evinin içine girdiği anda öpüp kokladığı çocuğunun bu bataklıkta yaşayacağını öngöremez.
Her afet sonrası siyasetçiler son derece konforlu bir yolculukla afet bölgesine gelirler. Bir vitrin gezer gibi yanındaki yetkililerle afet bölgesini gezerler. Ulusal medyada “acıların paylaşıldığı” söylense de, siyasetçiler afete uğramış insanların acılarına ortak değil ancak tanık olurlar. Sonra geldikleri araca binip giderler. Kurtarma ekiplerinde yer alanlar iyi bilir. Hiçbir ekip elemanı oraya üst düzey devlet yetkililerinin gelmesini istemez. Çünkü o yüce (!) kişilikler geldiğinde kurtarma çalışmaları sekteye uğrar. Çünkü kurtarma çalışması sadece enkaz çalışması değildir. Ambulansıyla, sağlık ekibiyle, diğer araç gereçleriyle bir bütündür. Hele bir de o kişiler bilgi almak isterse enkaz çalışması da sekteye uğrar. Hiç kimse asla gelenlerin kaç ölüme yol açtığını bilemez ve söyleyemez.
Afet risklerini yaratan temel etken kamu politikasının tercihleridir. Bu gerçeği herkes bilir ama yokmuş gibi davranmayı tercih eder. Çünkü iyi kötü herkes bu kirli düzenin bir parçası olmayı günülü tercih eder, geleceğini günlük zevklerine kurban eder. Dere yatağına bina yapıldığında burada bir gün sel baskını olma ihtimalini sayısal haritalarla öngörmek mümkündür. Bir fay hattının etrafında yapılaşmanın olmaması gerektiğini, belirli bir çevrede yüksek katlı binalardan sakınılması gerektiğini öngörmek de mümkündür. Ama ahlaksız siyasetçilerle buna karşı farklı politika tercihlerinde bulunmak ve tedbir almak mümkün değildir. Devletin fay hattına yapılacak binanın uğrayacağı hasarı öngöremediğini kim söyleyebilir? Bir de bütün afet yıkımını Allah’a havale etme kolaycılığı vardır. Nasıl olsa kimse gidip soramaz. Hesap en kısa yoldan kapatılır.
Afetlerden Sonra En Büyük Eksiklik: Empati
Afetlerden sonra medya kanallarından topluca can kayıpları bildirilir. Bazı acıklı tekil hikâyeler aktarılır ve toplum vicdanı harekete geçer. Bütün toplum kenetlenir, yardım kampanyaları başlar. İnsanlar elini taşın altına koyarken birilerinin aklında afetin iktidara olan etkilerinin neler olacağı gelir ve bu noktadan sonra bütün politik tercihler içerisindeki vicdan kırıntıları gittikçe azalır. Önce medyada azalır insanların yaşadıklarına ilişkin haberler. Sanki her şey yolundaymış ve toplum o travmayı hiç yaşamamış gibi yoluna devam etmek isteyenler, insanların felaketini insanlığın felaketine dönüştürürler ve insanlık ölür.
Yaralı ya da bedensel olarak sağlam kurtulan fakat bir daha asla hayata kaldığı yerden devam edemeyecek insanlar, resmi açıklamalardaki sayılar olarak hayata tutunmaya çalışırlar. Birçoğu kendisini hayata bağlayanlardan yoksun, köksüz bir bitki gibi savrulur rüzgârda. Önceleri sık sık dalıp giderler derinlere. Sanki oradan kaybettiklerinden birini ya da bir kaçını çekip geri getirecekmiş gibi ciddi bir ifade vardır yüzlerinde. Sonra suratına tokat gibi çarpan gerçekle bir daha yüzleşir, tıpkı defalarca yüzleştiği gibi. Bir türlü sonu gelmez bu yüzleşmenin. Her defasında o tokadı yer ve her defasında etrafındakilerden saklamaya çalıştığı gözyaşlarını gidenlerle arasındaki son bağmış gibi kendine saklar ve içine atar. Çünkü empati yoksunu toplumlarda afetzede olmak, sizi canlı bir et ve kemik yığınına çevirir.
Aradan bir süre geçtikten sonra afetin yarattığı maddi hasarlar ortaya çıkar ve genellikle ABD Doları cinsinden ifade edilir. Kalanların yaralarının sarılması için devlet büyükleri açıklamalar yaparlar. Yeni vergiler konur. Genellikle geçici olan bu vergiler, zamanla siyasete yeni rant alanları açar ve paranın tadını alan siyasetçiler tarafından kalıcı hale getirilir. Üstelik toplanan vergiler, afet bölgesinin tarvmaları devam ederken daha başka politik tercihlerin uygulama aracı haline gelir.
Bir de toplum vicdanının duyarlılığını suiistimal eden yardım kampanyaları vardır ki, onlara değinmeden olmaz. İnsanlar ekranlar karşısında gözyaşı dökerken başlayan bu kampanyalar, herkesin kendi ihtiyacından kısarak katıldığı büyük bir toplumsal dayanışmaya dönüşür. Ancak toplanan paraların kime ne şekilde aktarıldığı yönünde kimse bilgi sahibi değildir ve adeta kimsenin de bilgi sahibi olması istenmez. Belki de kamu kaynaklarını harcarken gösterilenden kat be kat daha fazla şeffaflık gösterilmesi gereken alan, siyasetçilerin yarattığı bir sis perdesi arkasında kalır.
Afetlerde en büyük kayıp, can kaybıdır. Hiç aklınıza gelir mi, ölen bir doktorun sizin bir yakınınızı hayata döndürebilecek bir kişi olduğu? Belki bir öğretmen, ülkenin kurtarıcısını yetiştirecektir ama hikâye orada biter. Belki bir sporcu dünyaya adını duyuracaktır; belki bir genç yeni keşfiyle bilimde çığır açacaktır; belki bir çocuk geleceğin ünlü bir müzisyeni, sanatçısı olacaktır. Belki de birileri öyle çok fazla bilinmese de neşesiyle, sevgisiyle renk katacaktır bütün renkleri hızla solan dünyamıza. Yarım kalan aşklar vardır, yarım kalan gelecek hayalleri. Bütün bu ihtimaller bir daha açılmamak üzere kapanır orada, oracıkta. Kapanan sadece “amel defterleri” değil ihtimal defterleridir aynı zamanda. Şimdi hala ölenlere bir sayı olarak mı bakıyorsunuz?
Mezarı bile olmayan canların tarihin mezarlığına gömüldüğü toplumsal bir travmadır afetler. Hiç aklımızda yokken bir anda gelir, hayatlarımızı asla geri döndürülemez biçimde değiştirir ve gider. Başkalarının yaşadıkları afetler bizim hayatımızın neresindedir? Kimisi bunu sadece insan olduğu için kendisine dert edinir, kimisi kendi bacağından asılanlar ülkesinde asılmadığına şükredip sırasını bekler. Ama acı yaşandığı yerde durmaktadır. Hiçbir yere gitmemiştir.
Aradan geçen bir buçuk yıldır sayısını tam olarak bilemediğimiz insan, 6 Şubat depremlerinin yaşandığı coğrafyada hayata tutunmaya çalışıyor. Kayıp yakınlarının acılarını yaşayamadan hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda olan bu insanlara selam olsun…