siyaset

İktidarın veya Yerine Geçmeye Aday Partilerin Ortak Siyaset Felsefesi Ne Olmalıdır?

Teorik Perspektif

Anadolulu düşünür Thales, binlerce yıl önce, her şeyin özünün, ilk maddesinin su olduğunu iddia etmiştir. İlk Yunan filozofu Anaximenes ise, bu özün su olmayıp, hava olduğunu söylemiştir. Ölümsüz değişim düşüncesinin sahibi Heraklitus da her şeyin temel öğesinin ateş olduğunu ile sürmüştür. Oysa, bugün ‘varlık bilimi’ penceresinden baktığımızda, toprak dahil sayısız diğer şeylerin de kâinat ya da evren dediğimiz sistemin birer öğesi olduğunu, ortalama her birimiz rahatlıkla iddia edebiliriz. Bilimin geldiği nokta, bu savımızı fazlasıyla destekleyecek bir “bilgelik” gücünü bizlere bahşetmektedir.

Hayali dünyamıza, kendi özgün düşüncelerini muhafaza etmeleri şartıyla; Thales’i, Anaximenes’i ve Heraklitus’u davet etsek ve bir televizyon programında “her şeyin özü nedir?” sorusunu kendilerine yöneltsek, aralarındaki tartışmayı dinlesek, sizce anlamlı bir sonuca ulaşmamız mümkün olabilir miydi? Veya bugün bildiğimiz yalın bilimsel gerçeklik karşısında, bu tartışmayı yapmak ne derece doğru olurdu?

Gelmek istediğim nokta, bir dönem sorun olarak görülen şeyler; daha geniş pencereden bakıldığında ve uzlaşı kültürüyle yeniden ele alındığında, kendiliğinden sorun olmaktan çıkacak ve aslında kısır çekişmelerle tarafların birbirlerinin vakitlerini boşa harcadığı anlaşılacaktır. Aynı şekilde bir toplum, “sorunlarını siyasî veya aklî yoldan çözmek” prensibini benimserse; şüphesiz siyaset kurumu o toplum bireylerine uzlaşma ve birlikte yaşama fırsatı sunacaktır.

Sözlüklere baktığımızda, bu yazımızın konusu yönüyle “ceza ve seyislik” gibi anlamlarını göz ardı edersek, siyaset kelimesinin “ülke yönetimi, politika, diplomasi” gibi anlamları olduğunu görürüz.

Bu açıdan, siyasetin konusu devlettir, yönetim ilişkisidir. Siyaset, meşru kaba güce sahip olanın, belli değerleri başkasına dayatmasına izin veren bir erk mekanizması olarak da görülebilir. Siyasetin içeriği ve biçimi; toplum yapılarına ve tarihin akışına göre değişiklik gösterir. Hatta aynı toplumun zaman içinde değişmesine, yeni biçim almasına göre de siyaset tarzında ve anlayışında farklılıklar olabilir. Tüm topluma dokunan siyasetin yönüne ve temsil ettiği değerlere göre, toplum içindeki çıkar kümelerine çok farklı etkileri olabilmektedir. Üretim güçleri ve üretim ilişkileri neticesinde ortaya çıkan toplumun sahip olduğu ortak zenginliğin paylaşımında çelişki yoksa, orada toplumu ya da devleti temsil eden siyaset müessesesinin uyuşumcu olduğu, toplumsal uzlaşıya, barışa, huzura ve genel refaha hizmet ettiği söylenebilir. Ancak, ortada zenginliğin paylaşımında siyaset kurumu çelişkiye neden oluyor veya çelişkiyi ortadan kaldıramıyorsa, bu durumda, çıkarları çatışan taraflar arasındaki pasta paylaşım kavgası bir şekilde siyasete sirayet etmesine veya siyasetin kirlenmesine neden olacaktır.

Siyaset felsefesi, bu çelişkiyi ortadan kaldıran ya da izin vermeyen bir siyasal iktidarın; nihayetinde muktedir olacağını ve böylelikle ideal devlet sistemini kuracağını savunur. Ancak bunun sanıldığı kadar kolay olmadığını tarih yazını defalarca insanoğluna göstermiştir ve göstermeye de devam etmektedir.

Örneğin Platon, kendi sınıfının ahlaki ve politik değerlerini üstün tutmak, böylece var olan düzeni ve bu düzenden beslenenlerin çıkarlarını korumak amacıyla hareket etmiştir. Mevcut sistemi ayakta tutan politik değerlere methiyeler düzmüş, idealize etmiştir. Neticede, içinde bulunduğu toplumdaki kölelik düzenini bilinçli bir şekilde görmezden gelen Platon; tasavvur ettiği ideal devleti paradigmasını, “toplumu ancak aristokrat filozoflar yönetebilir” savına indirgemiştir. Toprak sahibi, varlıklı bir ailede yetişmiş olan Platon; Yunan toprak sahibi aristokrasisinin çıkarlarını korumak doğrultusunda, devlet işlerini güvenle yürütebilecek bir tabaka olan elitlerin yönettiği oligarşik bir devlet idealini eserlerinde kutsamıştır.

Platon’un düşüncelerini bir üst noktaya taşıyan Aristo (babası Makedonya Kralı Philip’in doktoruydu); dünya egemenliğini düşleyen büyük Makedonya ülküsünden etkilenmiş ve bunun sonucunda, Platon’a göre, daha geniş bir toplumsal bakış açısına erişmiştir. Ancak Aristo da toplumundaki kölelik düzenini kabullenen, ezilenleri görmeyen bir dünya tasarımı sunmaktan öteye geçememiştir.

Benzer ironik ve çarpık düşünce tarzı; günümüz değerler dünyasına ve yaşam biçimine şekil veren Birleşik Amerika’nın kurucu babalarının fikirlerine ve yine Fransız Devriminin o dönemdeki tüm yerleşik değerleri dönüştüren yaklaşımlarına da yansımıştır. Sözgelimi, 4 Temmuz 1776’da dünya sahnesine çıkan ABD’de, köle sahiplerine orantısız siyasi güç hakkı tanınmıştır. Bir dönem “taşınır mal” olarak görülen kölelik, iç savaşın sonunda 1865 yılında ancak şeklen kaldırabilmiştir. Gerçek manada kaldırılabilmesi için üzerinden bir 100 yıl daha geçmesi gerekmiştir. “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganıyla hayat bulan Fransız Devrimleri sonrasında ise, burjuvazi “kardeşlik” ilkesini bir yana bırakmıştır. Eşitlik ancak kanun önünde geçerli olan soyut bir kavramla sınırlandırılmıştır. Özgürlük ise varlıklı kişilerin endüstri ve ticaretle diledikleri gibi uğraşabilme özgürlüğüne dönüştürülmüştür.

Bu bağlamda, yeni burjuva rejimini diyalektik bir yaklaşımı esas alarak özgün bir şekilde savunan “değişme teorisi” kurucusu Hegel ise nedendir bilinmez, Kilise kurumlarına dokunmamayı yeğlemiş ve sonsuz olan Mutlak (Tanrı) ile düşünsel dünyasında ideal bir barış imzalamıştır. Bir anlamda, çok etkili siyasal araçlar olan soyluluk ve dinsel saygı geleneklerine dokunmamış, mevcut Kilise düzeninden yana bir “felsefe” geliştirmeyi tercih etmiştir. Özünde bir Hegel’ci olan Marx ve Fransız ütopik sosyalizmi ile İngiliz ekonomi politiği üzerine birikimiyle Marx’a yoldaşlık eden Engels birlikte çalışmışlardır. Bu ikili, Hegel’in değişme teorisini yeni ve devrimci bir felsefeyle yeniden harmanlamışlar ve bilimsel sosyalizme başarılı bir geçiş yapmışlardır. Nihayetinde, Marx’ı diğerlerinden özgün kılan şey, mevcut statüko yerine her zaman baskı altında olanların ve ezilenlerin tarafını tutan bir felsefeye yönelmiş olmasıdır.

“Din, toplumun afyonudur!” diyecek kadar Batı’daki feodal toplum düzeninin koruyucusu din ideolojisine karşı devrimci bir duruş sergileyen Marx ile tüm zamanların en etkili siyasal ve dini lideri olan, hâkim düzeni ters yüz eden ve ezilenlerin çıkarlarını dikkate alan bir dünya sistemi inşa eden Hz. Muhammed, bu açıdan aynı noktada buluşmuşlardır. Dünyayı değiştirmeyi felsefesinin temeline oturtan Marx; üretim biçimlerinden yola çıkarak, ezilen işçi sınıfının mücadelesi sonunda elde edeceği politik iktidar ile kendisini sömürülmekten kurtaracağını öngörmüştür. Bu mücadelenin ise kapitalist ekonomik düzeni rafa kaldıracağını savunmuştur. Bu savını ve öngörüsünü eserlerinde tartışarak, geniş kitleler için önemli bir esin kaynağı ve kurtuluş nişanesi olmuştur.

Tüm felsefî çabalara rağmen, emeği bir meta haline getirerek, üretim araçlarını ve parayı, işveren konumundaki bir azınlığın elinde toplayan Kapitalizm alt edilememiştir. Kapitalizmin anti tezi Komünizm ise üretim araçlarını ve mali gücü toplum adına politbüroya emanet etmiştir. Neticede her iki ideoloji de; üretenlerin ve çalışanların emeğini sömüren bir mekanizmayı farklı şekillerde temsil etmeye devam etmişlerdir.

Siyasal Sistem

Bu “bozuk düzeni” değiştirecek olan, toplumun çıkarlarını ve değerlerini temsil etmesi beklenen temel mekanizma, tüm toplumlar için elbette siyaset müessesesi olmalıdır. Çıkarların ve değerlerin uzantısı olarak ortaya çıkan siyasetin baş oyuncusu olan devlet; hem üretim güçlerine hem de üretim ilişkilerine hizmet edebilmek için, kaçınılmaz olarak toplumun üstünde yer alan, egemen bir konuma sahip olmuştur. Devleti yönetmek için kurgulanan siyaset sistemi; üretim güçlerinin korunması yanında çalışan/ezilen sınıflara da hizmet eden bir anlayışa sahip olması beklenir.

Bu yönüyle siyaset sahnesinin baş oyuncusu olan devletin biçimi, niteliği, görevlileri, araçları, ideolojisi vb. şeyler, temsil edilen toplumu yansıtır. Literatürde, bir devletin kendi toplumuyla kurduğu ilişkiler ağına “siyasal sistem” adı verilir. Bu sistemin içine devletten başka, siyasal partiler, baskı zümreleri, seçmenler, siyasal bir fonksiyon yüklenen bütün kişi ve kuruluşlar girer.

Denilebilir ki, toplum neyse devlet de aslında odur. Örneğin, ağalık-kulluk ilişkisinin hâkim olduğu bir toplumun kurduğu devlet ile eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir toplumun devleti, herhalde birbiriyle özdeş tutulamaz. Yine aynı noktadan hareket edersek, siyaset veya hükümet mekanizmaları da içinde bulundukları toplumun yapısına göre şekillenmek durumundadır. Yani, “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz!” hadisinde işaret edildiği üzere, iyi veya kötü manada, siz nasıl olursanız, başınızdaki yöneticiler de öyle olur, öyle olmaya devam eder. Toplum değişmeden, kendisini dönüştürmeden, siyaset mekanizması veya sistemi de değişmeyecektir. Bu nedenle, toplumun aynası olan siyaset kurumlarındaki yönetim ehlinin değişmesini beklemek, geçerli bir varsayım olmaktan uzaktır. Dolayısıyla, siyasete etki gücü bulunan toplumun tüm kesimleri; şu veya bu şeklide, siyaset sisteminden, devlet mekanizması ve işleyişinden sorumludur. “Daha İyisi” için mücadele etmeyen bir toplum, mevcut ‘bozuk’ düzenin veya statükonun var olmaya devam etmesinin sebebidir.

Buradan yola çıkarsak, Türk toplumunun, en azından 19. yüzyılın sonundan bu yana kendi içinde sürdürdüğü “değişim” mücadelesini anlamak, geleceğimizi şekillendirmek adına faydalı olacaktır.

Türk Devlet ve Siyasi Hayatındaki Yüzyıllık İktidar Mücadelesi

Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren siyasal yaşamda söz sahibi olan/olmak isteyen Türk siyasî elitleri, Türk toplumunu reforme etmek, modernleştirmek ve zamanla laikleştirmek çabası içinde olmuşlardır. Pozitivizmin (akılcılık, bilim ve toplumsal ilerleme) ürünü sosyal mühendislik, Türk toplumunun rasyonel bir yeniden yapılanmaya tabi tutulmasında, reformist Türk elitlerinin modeli olarak benimsenmiştir. Pozitivist içerikli “İttihat ve Terakki” geleneği ile başlayan Türk modernleşme hareketleri; Anglo-Sakson liberalizminden ziyade, kuvvetli bir merkezi değişimin modeli olan Fransız Jakobenizmini esas almışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ulus-devletin inşası, merkezi milli eğitim sisteminin tesisi, hukuk sisteminin Batı’ya entegre edilmesi yanında özellikle laiklik ilkesi, Türk tipi sosyal mühendislik sürecinin öznel bir parçası haline getirilmiştir.

Türkiye’de laiklik, demokrasiden ziyade batılılaşmanın öncelikli bir gereği olarak kabul edilmiştir. Modernist bir ideoloji olarak görülen laiklik, kamu hayatının tamamen devlet kontrolü altına girmesiyle başarıyla tesis edilmiştir. Özellikle 1937 yılında anayasal teminat altına alınan laiklik ilkesi; Türk devlet elitinin sıkı sıkıya sarıldığı bir müessese olarak, topluma yön verme ve cumhuriyet kazanımlarını koruma yönleriyle, onlarca yıl kullanışlı bir araç olmuştur. Türk laikliğinin katı versiyonunu esas alan devlet gücüne dayalı uygulamalar; uzunca bir süre “kamusal alanda” dini vecibelerin ifa edilmemesi, kamu çalışanlarının kılık-kıyafet kurallarına (başörtü meselesi) uyması, İslam’dan bir ölçüde bağımsız geliştirilen ahlakçı ve pedagojik-modern bir yaşam tarzının benimsenmesi üzerine inşa edilen dayatmacı bir kimliğe bürünmüş veya toplumun geneli tarafından bu şekilde algılanır olmuştur.

Çağdaş medeniyetle bütünleşen Batı’nın norm ve değerlerine yüzünü dönen Cumhuriyet dönemi elitleri; toplumu geri bıraktığına inandıkları kültürel miraslarından bilinçli bir tercihle sıyrılmışlar ve kendilerini Türk toplumuna “ilerici” olarak tanımlamışlardır. Böylece, Batı oryantasyonlu yeni elitlerin egemen olduğu yeni siyasi sistem; eski elitlerden bu yeni şartlara uyum sağlayamayanlarını güçsüzleştirmiş, sosyal otoritelerini ve statülerini elinden almış ve çoğunluğunu bir şekilde tasfiye etmiştir.

Kısacası Atatürk inkılaplarının devinimiyle birlikte hayat bulan cumhuriyetçi elitler; ulus-devletin çıkarlarına inanmış ve kendilerini laikliğin ve ilerlemenin değerlerine adamışlardır. Atatürk reformlarına atfen “ilerici Atatürkçü aydınlar” olarak kendilerini tanımlayan bu kesimin çoğunluğu, sermaye sahibi olma konusunda çok istekli olmamış, mali güçten ziyade kültürel sermaye ile vakfedilmeyi tercih etmişler ve nihai tahlilde toplum içinde farklı bir statü grubu haline gelmişlerdir. Özellikle bu kesimin omurgasını oluşturan askeri elitler ise Osmanlı Enderun mektebi sistemine benzer bir yapıda, çağdaş bir özel eğitim sisteminde yetişmişlerdir. Devletteki vazifeleri esnasında, laik ulus-devlet sistemine inanmış ve devletine kendini adamış samimi sistem bekçileri olan askeri elitler, asker olmayan ilerici aydınlar tarafından laik cumhuriyet sisteminin sigortası olarak görülmüşlerdir.

Öte yandan, bu dönemde görünürde daha Batılı olan, laik hayat tarzını benimsemiş cumhuriyetçi elitler ile daha geleneksel, yerel ve dini adetlere bağlı, mahdut fikirli veya “eski kafalı” elitler arasında çekişmeler süregelmiştir. Her iki grubun aldığı Batı tarzı eğitimler ve çalışma ortamları aynı da olsa, bu türden ideolojik bir kırılma ve ayrışma kaçınılmaz bir şekilde var olmaya devam etmiştir. Nihayetinde, İslami hayatı dışarıda bırakan ve tam manasıyla siyaset sistemine egemen olmasalar da devletin işleyişine ve kurumlarına büyük oranda hâkim olan cumhuriyetçi elitlerin sahip olduğu sosyal tanınma ve sosyal statü kaynaklı farklılık; laik ve İslamcı kesimler arasındaki gerginliği ve mücadeleyi başlatan siyasi ve sosyal bir gerçeklik olarak Türk toplum hayatında zaman içerisinde yerini almıştır.

Köylerde, küçük kasabalarda ve her geçen gün büyümekte olan şehirlerin kenar mahallelerinde, varoşlarında oturan grupların aksine; şehirlerin merkezinde Batı yaşam tarzını inşa eden orta ve yüksek tabakaya mensup sosyal sınıflar, Türk eğitim sisteminde en iyi olanaklara erişme ayrıcalığına sahip olmuşlardır. Buradan hareketle, her dönemde Türk toplumundaki yükselen değerlerin merkezinde yer alma yönüyle imtiyazlı görülmüşlerdir. Toplumun geri kalanına göre daha modern bir hayat tarzına ve üslubuna hâkim olmaları nedeniyle, toplum içinde ve devlet sisteminde kolaylıkla kendilerine yer bulmuşlar ve itibar kazanabilmişlerdir. Fırsat eşitliğine aykırı olarak gelişen bu imtiyazlı yapı, zamanla Türk toplum yaşantısında, bir çeşit Merkez-Çevre çatışmasına yol açmıştır. Hatta sosyal sistemin bütünüyle sorgulanmasına neden olmuş ve toplum katmanları arasında kültürel ayrışma sorunu haline gelmiştir. Bir başka deyişle, kenar mahalle Müslümanları ile şehrin göbeğindeki laikler arasında birlikte yaşamı olanaklı kılacak sağlıklı bir iletişim, etkileşim ve ortak kültürel yaşam kurgusu, yeknesak ve homojen bir Türk toplumu inşa etmek idealinin hilafına, tam manasıyla tesis edilememiştir.

Bununla birlikte, Cumhuriyet rejiminin toplumun tüm kesimlerine açık ve erişilebilir eğitim kurgusu, kamu düzeni yapısı; köylerdeki ve kenar mahallelerdeki Müslüman kimliğini önceleyen bu gruplara da şehir hayatına, liberal eğitime ve siyasi arenada kendilerini ifade etmenin modern yollarına ulaşımı olanaklı kılmaya devam etmiştir. Ancak, modern eğitimden bağımsız olarak, bu eğitimli Müslüman kesim; ‘laik dünya’ görüşünü benimseyenlerin aksine, yeni yaşamlarını İslami kaynaklara göre kodlamayı ve sosyal dünyalarında İslam esaslarını önceleyecek şekilde yaşamayı kültürel bir döngü haline getirmişlerdir.

Her geçen gün toplumda kendilerine yer açma başarısını gösteren İslamcı aydınlar da, cumhuriyetçi elitler gibi aynı kültürel sermayeye ulaşmaya, aynı okullarda ders vermeye, onlarla yan yana parlamento sıralarını paylaşmaya, televizyonlardaki ve sosyal medyadaki tartışma programlarında yer almaya başlamışlardır. Bu çabalar, kendilerine toplumsal tanınma, meşruiyet ve itibar getirmiştir. İslamcı yeni aydın zümre, İslamcı eski düşünürlerden farklı ve ilerici bir duruş geliştirmişlerdir. Modern Türk dilini başarıyla kullanmışlar, Batı dillerini konuşur hale gelmişlerdir. Batılı düşünürlere atıfta bulunmuşlar, post-modernizm gibi konularda derinlik kazanmışlar ve nihayetinde, laik entelektüeller ile kamuoyu önünde münakaşa edebilir bir seviyeye ‘yükselmişlerdir’. Bir bakıma Müslüman elitler ile laik elitler “eşit” statüde buluşmuşlardır. Başka bir deyişle, alternatif bir İslami kimliği geliştirmek ve daha ileri bir toplumun inşa edilebilirliğine katkıda bulunmak, bakış açılarındaki farklılıklara rağmen, laik aydınlarla ortak bir noktada buluşmak için İslamcı elitler gayret göstermişlerdir.

Bu gelişmelere paralel olarak, 1970 yılında Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla birlikte, Türk İslamcılığı siyasi sisteme entegre edilmiş ve parlamenter sistem tarafından meşrulaştırılmıştır. Demokratik ve barışçıl yollarla iktidara gelen Anavatan Partisi lideri liberal ve mütedeyyin Turgut Özal (1983-91), pazar kurumlarını Türkiye’ye yerleştirmiş ve kitle medyasını özelleştirerek, medyanın herkes tarafından erişilebilir bir ortam haline gelmesini sağlamıştır. Serbest piyasa ekonomisi ve küresel sistemin zorunlu bir uzantısı olarak “küçülen devlet”, ekonomiye eskiye oranla daha az müdahale edebilir bir yapıyla sınırlandırılmıştır. Öteden beri, ekonomik yaşamın dinamiklerini kamu iktisadi teşebbüslerine ve büyük sermayeye emanet eden laik elit kesim, ekonomik hayatın içine girmeye çoğunlukla istekli olmamış, daha ziyade devletin işleyişiyle ve kamu kurumlarıyla kendi alanını sınırlandırmıştır. Bu anlayışa dayanan devletçi kültürel kodlar, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren temsil ettiği kimliğin bir parçası olmuştur. Dolayısıyla, ekonomi alanında küçülen yeni devleti, kendisi için bir sorun alanı olarak görmemiştir.

Bu manada değişen ekonomik hayat, Türkiye’deki büyük sermaye gruplarının yanında, daha iyi bir yaşam için istek duyan kenar mahallelerdeki nispeten yoksul Müslüman kesime, özellikle hizmet sektöründe “paraya ve üretim araçlarına” erişebilmek ve nihayetinde zenginleşebilmek için yeni kapıları aralama fırsatı vermiştir.

Bu arada, değişmeye başlayan toplum yapısıyla birlikte, dini ve etnik kimlik, ulusal bütünlük, laiklik ve demokratik çoğulculuk vb. kavramlar, Türk toplum hayatında tartışılır hale gelmiştir. Bu bağlamda, laik elitler ile İslamcı elitler arasında Türkiye’de sosyal ve kültürel değişimin yönü hususunda sahne alan tartışmalar toplumun gündeminde kendine yer bulmaya başlamıştır. Bu yeni tartışmalar, aynı zamanda İslamcı elite ait görüşlerin ve yeni yaklaşımların siyaset mekanizmasında kendisine yer açmasına hizmet etmiştir.

Bu dönemde cumhuriyetçi elitler, temelde siyasi ve kamusal alanlarda, laikliğin ve Cumhuriyetin kazanımlarının (değerlerinin) korunması adına, özünde ‘yükselen’ İslami kesimi durdurmak amacıyla “İslami köktendinciliğe” karşı açıktan bir savaş başlatmışlardır. Ancak, Nizam Partisinin devamı olarak kurulan Refah Partisi’nin içinden çıkan bir hareket olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin, 2001 ekonomik krizinin sebebi olarak görülen mevcut siyasi partilerin arasından sıyrılmasına ve böylece 2002 yılının Kasım ayından itibaren Türkiye’deki siyasi iktidarın sahibi ve sonrasında zamanla ‘kamu-askeri-dış işleri elitinin’ yegâne belirleyicisi haline gelmesine engel olamamışlardır.

Gelinen noktada, 20 yıllık bir geçmişe sahip olan AKP iktidarı; zaman içerisinde, bir dönem devlete ve bir ölçüde siyasete egemen durumdaki Türk modernleşmesinin bayraktarı laik elitle büyük ölçüde yollarını ayırmıştır. Yeni siyasi şartlara göre şekillenen devlet hayatına ‘uyum sağlayamayan’ eski laik elitleri gerektiğinde ‘güçsüzleştirmiştir.’ Böylece, zamanla sosyal otoritelerini ve statülerini kaybetmeye başlayan laik elitler; sistemde hızla yükselen ve kendilerinin yerine geçmeye aday İslamcı elitler tarafından siyasi erkin tasarruflarıyla veya kendi şahsi tercihleriyle “tasfiye edilmişlerdir.” Son tahlilde, bazılarına göre, Cumhuriyetin başında Osmanlı bakiyesi eski “İslamcı” elitleri sistem dışına atan laik elitlerden, yüzyıl sonra da olsa, geçmişin rövanşı alınmıştır.

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, genç bir devlettir. Henüz yüzüncü yıla erişmek için önümüzde iki yıl kadar bir süre bulunmaktadır. Türkiye’nin üzerinde kurulu olduğu vatan toprağının yüklediği jeopolitik gerçekliğimiz; ülkemizin hak ve menfaatleri, bizlere süreklilik arz eden toplumsal çekişmelerle ve sonu gelmez revizyonist mücadelelerle vakit harcama keyfiyeti vermemektedir. İktidarda hangi siyasi parti veya kimlik olursa olsun, temel problemimiz olan “üretememe sorunsalı” mızı çözmesi beklenmektedir. Bu herkesin malumu olan gerçeğimizdir. Hiçbir şey için geç değildir.

İzlememiz gereken ortak akla dayalı siyaset; kalkınmacı devlet yaklaşımıyla, ehil bir teknokrat-bürokrat kesimle yönetilen bir kalkınma planlamasıyla (laiklik-İslamcılık, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, sağ-sol vb. ayrılık tuzaklarına düşmeden, kimseyi ötekileştirmeden), elbirliğiyle ihracata dayalı sanayileşme stratejisini hayata geçirme hedefine odaklanmalıdır.

Uzayda paylaşım mücadelesine girişen büyük devletler arasında, tarihin kendine yüklediği misyonun bir gereği olarak Türkiye’nin de bir an önce hak ettiği yeri alması, hepimizin kesinlikle ortak ülküsü ve inancı olmalıdır. Aziz Atatürk ve silah arkadaşlarının emaneti olan, şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış bu kutsal ve aziz vatan toprağımızda, artık birbirimizle ve geçmişimizle kavga etmeye bir son vermeliyiz. Yeniden her bir ferdini kucaklayan, birbiriyle kenetlenmiş bir Türk toplumu haline gelmeliyiz. Türk devlet, siyaset, sanayi, sermaye ve sosyal kesimlerinde, mutlaka liyakat ve ehliyete dayalı, hakikaten ‘kardeşlik, özgürlük ve eşitlik’ esasları üzerinde işleyen bir toplum yapısını ve çalışma hayatını kurmalıyız. Kurmak zorundayız. Iskalamakta olduğumuz çağı hâlâ yakalamak istiyorsak, hepimiz bir ve beraber olmaya, kimseyi ötekileştirmeden, birlikte hareket etmeye mecburuz…

Daha fazla geç olmadan; “Ey Türk! Titre ve (artık) kendine dönl!”

 

Kaynaklar:

Selsam H. (1966). Din, Bilim ve Felsefe, Bilim Yayınları, İstanbul

Hart M.H. (2019). Dünyaya Yön Veren En Etkin 100, (Çev.Nurşan Üstüntaş), Güney Kitap, 1. Baskı, İstanbul

Eroğul C. (2012) Siyaset (içinde Siyaset Bilimi, Der. Gökhan Atılgan ve E.Attila Aytekin, ), Yordam Kitap, 3. Basım, İstanbul

Göle N. (1998). Türkiye'de laiklik ve İslamiyet, (Yeni Türkiye, Editor H.C. Güzel), 

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 22.12.2021
  • Süre : 9 dk
  • 1195 kez okundu

Google Ads