Vatandaşlık Bilinci Nedir?
Halk egemenliği, tarihsel olayların biçimlendirdiği ulus-devletleşme sürecinde siyasi iktidarlara, meşruiyetin tanrısal olarak kabul edildiği dönemlere kıyasla, sınırlı bir yönetsel güç vermiştir.
Bazen insan söylediklerini tekrarlamak zorunda kaldığında derin bir umutsuzluğa düşer. Anlaşılmadığı fikri bir insanı içten içe kemirip yiyen bir bakteri gibidir. Oysa hayatın akışına etkimiz sınırlıdır ve bu sınırın farkında olmak, akıl sağlımızı korumak için bir zorunluluktur. Hayat coşkun bir nehirse nehrin yönünü değiştirme gücümüz yoktur. Bunu bilsek de gördüğümüz yanlışların tekrarlanmasını istemeyiz. İçinde bulunduğumuz topluma duyduğumuz aidiyet hissinin derecesi, bizleri çevremizdeki sorunlarla mücadele etmeye yöneltebilir. Her toplumda kendisini topluma bir şey anlatmaktan sorumlu hisseden insanlar vardır. İnsan neden böyle bir düşünce içerisinde olur? Bu çabanın arka yüzünde, insanın içinde yaşadığı toplumun can yakıcı sorunlarını çözerek ya da çözümüne katkı sağlayarak daha iyi bir ortamda yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz. Yine de toplumları yaşanabilir kılan en önemli unsur, kendisine ve topluma karşı sorumluluk bilinci olan insanların oranının fazlalığıdır.
Devletli toplumların evriminde bireyin sosyal bir varlık olarak kendini bulması 15-16. Yüz yıllardan sonradır. Bu dönüşümde neler yaşanmıştır? Feodal yapılar parçalanarak merkezi krallıklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Kilise otoritesi karşısında krallar daha güçlü bir desteğe ihtiyaç duymuştur. Rönesans ve reform hareketlerinin ardından gerçekleşen en önemli dönüşüm, kilise otoritesinin güç kaybetmesi, toplumların yeni oluşan yapıda tanrısal bir kulluktan krala bağlı bireylere dönüşmesi olmuştur. Elbette insanlar kendilerini bir anda kulluktan çıkıp birey olarak hissetmemiştir. Bu değişim, kilise otoritesinden kurtulduktan sonra kralın otoritesine karşı verilen ve yüz yıllar süren mücadelelerden sonra gerçekleşebilmiştir.
Monarşilerin meşruiyetin kaynağını halkta gören ulus-devlet yapılarına dönüşmesi de, sivil toplum düşüncesinin gelişiminin bir sonucudur. Diğer bir ifadeyle bugün kullandığımız anlamda “sivil toplum” terimi, 16.yüz yıldan sonra anlam kazanmaya başlamıştır. Halk egemenliği, tarihsel olayların biçimlendirdiği ulus-devletleşme sürecinde siyasi iktidarlara, meşruiyetin tanrısal olarak kabul edildiği dönemlere kıyasla, sınırlı bir yönetsel güç vermiştir. Egemenliğin halkta olduğu fikri, halklara da siyasi iktidarları denetleme ve kontrol etme sorumluluğunu yüklemiştir. 1215 Magna Carta’dan başlayarak bütçe hakkının ortaya çıkması, halk egemenliği fikri ile birleşerek siyasi iktidarların gücünü sınırlandıran bir yapı oluşturmuştur.
1789 Fransız Devrimi sonrasında yayımlanan ve 1791 Fransız Anayasasının önsözü olarak korunan, toplam 17 maddeden oluşan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin (1) amaçlarından biri “Toplumun tüm üyelerinin bu bildirgeyi bilmesi ve hak ile görevlerini hatırlaması” olarak açıklanmıştır. Bildirgenin 15. Maddesinde “Toplum tüm kamu görevlilerinden, görevleriyle ilgili olarak hesap sorma hakkına sahiptir” ifadesiyle iktidar gücünün sınırlarını belirleme anlamında önemli bir adım atılmıştır. Bildirgenin 14. Maddesinde ise; “Bütün yurttaşlar bizzat veya temsilcileri aracılığıyla verginin gerekliliğini belirleme, bunu serbestçe kabul etme, bu vergilerin kullanımını gözlemleme ve verginin miktarını, matrahını, tahsil şekli ve süresini belirleme hakkına sahiptir” ifadesiyle halkın bütçe hakkına net bir şekilde vurgu yapılmıştır.
Türk kamu yönetiminin şekillenmesinde Kıt’a Avrupası’nın dolayısıyla Fransa’nın büyük etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsan ve Yurttaş Hakları bildirgesi, genel olarak bugün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası içerisinde yer almaktadır. Bildirgenin 14 ve 15. Maddesi açıkça yer almasa da, Anayasanın 2. Maddesinde belirtilen “Cumhuriyetin nitelikleri”, 6 ve 125. Maddeleri ile birlikte değerlendirildiğinde halkın egemenliğin bir fonksiyonu olarak bütçe hakkına sahip olduğunu ve hukuk devletinin gereği olarak da bütün yöneticilerden hesap sorma hakkına sahip olduğunu yorumlamak mümkündür. Ancak bu hakkın kullanılmaya çalışılması durumunda ortaya çıkacak sonuçlar, Cumhuriyetin niteliklerinin gerçekten var olup olmadığıyla ilgili bir sorundur.
Demokrasinin barındırdığı riskleri ilk dile getirenlerden biri, Devlet adlı eserinde Platon’dur. Bu risklerin temelinde halkın tamamının yüksek ahlak ve eğitim düzeyinde olmaması halinde seçimlerde farklı beklentilerin yaratacağı sonuçların bozulmaya yol açabileceği ihtimali bulunmaktadır. Bu öngörü, ahlaki olarak olgunlaşmamış ve ortalama eğitim düzeyi düşük toplumlarda çok net bir biçimde kendini göstermektedir. Bu özellikteki toplumlarda liyakatsiz insanların üst düzeyde görevlere gelmesi, yöneticilerin konumlarını kullanarak yolsuzluğa bulaşması, adam kayırma ve nepotizmin çok yaygın olarak görülmesi, toplumun birçok alanda ivme kaybı yaşaması gibi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Elbette bu sonuçlar demokrasinin kötülüğünden kaynaklı değildir.
Demokrasi kulluktan kurtulmuş bireylere ihtiyaç duyar. Demokrasinin bu anlamda kurumsallaşmadığı bir ortamda cumhuriyetin varlığından söz etmek mümkün değildir. Çünkü cumhuriyet halk egemenliğini esas alır. Kendisini yöneticilerin karşısında kul olarak gören insanlardan halk egemenliğini sahiplenmelerini beklemek, bozulmuş bir demokrasi ve kâğıt üzerinde yazılı kuralları olan fakat yöneticilerin buna asla uymadığı bir cumhuriyet yaratır. Bu döngünün kırılması, sadece ve sadece dünyada bütün örneklerinin 17-20. Yüz yıllarda yaşandığı gibi; bilime, akla, felsefeye ve ahlaka dayalı bir eğitim sisteminin kurulması ile mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Atatürk’ün temel hedefi, büyük bir aydınlanma devrimi yapıp, çok geç kalınmış olan ulus-devletleşme sürecini başlatmaktı. Bunun için bu topraklarda acı çekmiş, hor görülmüş, din tüccarlarının elinde sefil olmuş ve kendisini padişahın kulu olarak gören insanlara birey olmayı öğretmek için çaba gösterdi. Yaşadığı sürece de bu çabalarında başarılı oldu. Ama bir toplumu kulluktan kurtarıp birey olmalarını sağlamak için gerekli büyük devrim, beş on yılın meselesi olmaktan çok daha fazlasını gerektirmekteydi. Buradaki kırılma, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünya düzeni ve o düzenin hizmetkârlığına soyunan siyasi iktidarların tercihleri olmuştur.
Türk toplumu tam kulluğun çerçevesini oluşturan dinin toplumsal dizgedeki yerini laiklik ilkesi ile sınırlandırmışken, din sömürüsünden beslenen siyasi iktidarlar, insanları kullukla birey olmak arasında Araf’ta bırakmayı seçmiştir. Hakkını arayan değil, hakkını dileyen yurttaş figürü, 1950 sonrası yaşananların kısa özeti gibidir. Nasıl ki, bataklıkta uygun ortamı bulan asalak canlı formları üreyip çoğalıyorsa; insanların birey olamadığı, vatandaşlık bilincinden habersiz olduğu, haklarını sorgulayamadığı, hakkını gasp edenlere karşı hiçbir çözüm üretemediği ortamlarda da din tüccarları ve bunlarla işbirliği yapan siyasetçiler ürer. Bozulan düzende artık hak talep etmek, toplum düzenini bozmakla eşdeğerdir. Devlet gücünü ele geçiren meşruiyeti sorunlu ve hukuk tanımayan güçler tarafından derhal gereği yapılır.
Anayasasını bilmeyen, Anayasada yazılı haklarını umursamayan, siyasetçileri yarı tanrı gibi gören, egemenliğin ne demek olduğundan haberi olmayan ve sanki mitolojideki yarı insan-yarı at (Sentor) olan varlıklar gibi “yarı kul-yarı birey” olarak vatandaşlık haklarından yararlanmaya çalışan insanlardan vatandaşlık sorumluluğuna sahip çıkmalarını beklemek hayalden öteye geçemez. Hiçbir birey, varlığını kayıtsız şartsız bir başka bir insana/başka varlığa bağlayamaz. Devleti yönetenler saygınlık görmek istiyorsa bunu vatandaşa “biz saygınız ulan” diyerek dayatamaz. Muhalefetin bile bulunduğu konumun ve statünün keyfini çıkardığı bir sistemden de ne demokrasi, ne cumhuriyet ne de vatandaşlık bilinci çıkar.
1) https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_ve_Yurtta%C5%9F_Haklar%C4%B1_Bildirisi