Site İçi Arama

siyaset

Türkiye'de Siyasetin Sıcak Gündemi

Türkiye’deki siyasi gündemin bir haftalık yoğunluğunun birçok ülkenin bir yıllık gündemine bedel olduğunu söylesek hata yapmış sayılmayız. Baş döndürücü bir hızla ülkede siyasi gündemin değiştiğine tanık olmak, vatandaşlarda adeta siyasi adrenalin bağımlılığına sebep oluyor.

Türkiye’deki siyasi gündemin bir haftalık yoğunluğunun birçok ülkenin bir yıllık gündemine bedel olduğunu söylesek hata yapmış sayılmayız. Baş döndürücü bir hızla ülkede siyasi gündemin değiştiğine tanık olmak, vatandaşlarda adeta siyasi adrenalin bağımlılığına sebep oluyor. Ciddi sonuçlar doğurması beklenen siyasi gündem, toplumda hiçbir ilgi ve tepki doğurmuyor. İşte böyle bir ortamda siyasi gündemi değerlendirmeye çalışmak, söylediklerimizin rüzgârda savrulan bir toz zerresi kadar yarınsız olmasına yol açıyor. Bunda siyasetin her yere nüfuz etme çabası sonucunda sivil toplumun hayat alanının daralmasının etkisi olduğunu da söyleyebiliriz.
Ülkenin siyasi gündeminin en önemli konusu, MHP lideri Bahçeli’nin Türk Halkında on yıllardır oluşmuş travmaların kaynaklarından birisi olan terör örgütü lideri Öcalan’la ilgili olarak grup toplantısında yaptığı konuşma ile başlayan tartışmalar oldu. Konuya bir soruna çözüm bulmak açısından bakıldığında, başlatılan sürecin toplumsal barışa hizmet edeceğini düşünmek aşırı iyimser gibi görünüyor. Göründüğü kadarıyla siyaset, her yere nüfuz ettiği için ve bu yolla toplum üzerinde sahip olduğu güce güvenerek halkın travmalarını dikkate almıyor görüntüsü çiziyor.
Türkiye’de siyasetin sorunların çözümünde bilimi, üniversiteleri, sivil toplumu ve toplumsal dinamikleri dışlayan bir tutum içerisinde olması, kamu politikasının toplumsal destekten mahrum kalmasına yol açıyor. Siyaset kurumunun böyle bir kaygısı varmış gibi de görünmüyor. Ama bu durum, uygulanan politikaların uzun dönemli sonuçlarının ülkeye ciddi zararlar verebilme potansiyeli taşımasına yol açıyor. Toplumsal gerilim hatlarında herhangi bir rahatlama olmaksızın alınan kararlar ve yapılan açıklamalar, yeni çatışma alanları doğurmaktan başka bir işe yaramıyor.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın sürecin başından itibaren bir hakem gibi süreci dışarıdan izlemesi, muhtemel bir başarısızlığın siyasi sonuçlarını üstlenmekten kaçındığı izlenimi yaratıyor. Bunun yanında Erdoğan’ın gündeminde muhtemel bir erken seçimde yeniden seçilme hesapları olduğunu bütün siyasi değerlendirmelerde görmek mümkün. Erdoğan açısından muhalefetin belirleyici olduğu bir süreçte erken seçime gitmek, muhtemel bir erken seçimi baştan kaybetmek anlamına geliyor. Bu gerçek O’nu yasal meşruiyet açısından daha farklı bir yola gitmeye zorluyor. Bu yol ise Anayasa değişikliğinden geçiyor. Ancak muhtemel bir Anayasa değişikliğinin sadece Erdoğan’ın adaylığı ile sınırlı kalması mümkün görünmüyor.
Zira gündemdeki bu konunun sadece iç dinamiklerle alakalı olduğunu söylemek zor. Suriye’de olup bitenlerle İsrail’in yayılmacı politikası, Türkiye’yi muhtemel gelişmelerle ilgili ön almaya yöneltmiş olabilir. Bununla birlikte, Türk dış politikası üzerinde etkisi yadsınamayacak bir ülke olan ABD’nin başkanlık seçimleri sonrasında izleyeceği Ortadoğu politikasının etkilerini de değerlendirmelerde hesaba katmak bir zorunluluktur.
Erdoğan’ın bir siyasetçi olarak en büyük kozunun, kontrolünde toplumsal gerçekliği şaşırtıcı ölçülerde çarpıtabilen bir medyanın bulunması olduğunu söylemek de mümkün. Elbette her politikanın oy oranlarına yansımasında eksilemeye neden olan kadar artışa neden olan etkileri olabilir. Erdoğan’ın bu muhasebeyi iyi yapan siyasetçilerden olduğu bilinmektedir. Muhtemel bir anaysa değişikliği sürecinde ihtiyaç duyulan desteği CHP’den bulamayan Erdoğan’ın DEM Parti ile böyle bir yola girmesi sürpriz olmayacaktır. Her ne kadar bazı partiler DEM Parti ile sürdürülen bu sürecin bir anayasa değişiklik süreci ile birbirine karıştırılmaması konusunda hassasiyetlerini ifade eden açıklamalar yapsa da Türkiye’de siyasetin halktan kopuk doğası, siyasi partiler düzeyinde hangi pazarlıkların yapıldığını, bu pazarlıkların siyasi etik boyutunu bilmeye imkân tanımamaktadır.
Yılın ilk günlerinde gündeme düşen bir konu ise, gerek basın gerek hak tarafından görmesi gereken ilgiyi görmemiştir. CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, garanti ödemeli yap işlet projeleriyle ilgili incelemeleriyle bilinmektedir. 2024 yılının son günlerinde Yavuzyılmaz tarafından yapılan açıklamada Kuzey Marmara otoyolunun araç geçiş garantisinin yıllık 208.050.000’den 344.786.665’e çıkarılarak yaklaşık %65 örtülü zam yapıldığı belirtildi. Türkiye’deki bütün araçlar onlarca defa bu yoldan geçse bile garanti edilen miktarı tutturamıyordu. Böylece vatandaşın ödediği vergiden milyarlarca TL para, geçiş garantisi verilen müteahhitlere ödenecekti.
Bu işlemde açıkça bir kamu zararı oluştuğunu görmemek mümkün değil. Şöyle düşünelim. Bir arsanız var ve ev yaptırmak istiyorsunuz. Müteahhitle öyle bir anlaşma yapıyorsunuz ki, toplam 1 Milyon dolara mal olacak yapı için 20 yılda 10 milyon dolar ödemeye karar veriyorsunuz. Bu da yetmiyor, müteahhidi o kadar seviyorsunuz ki,  her yıl ABD’de açıklanan enflasyon oranı kadar ödemenize zam yapıyorsunuz. Belki de müteahhidi nüfuzunuza aldınız, verdiğiniz paralar yine de yetmiyor, daha fazla para vermek istiyorsunuz. İmzaladığınız anlaşmadan vazgeçip ödediğiniz paraya ekstradan %65 zam yapıyorsunuz. Böyle bir anlaşmanın akla ve mantığa uymadığını anlamak için ticaret bilmek gerekmiyor. Matematiğin dört işlemini bilen birisi bile bunun saçma olduğunu söyler.
Sorulması gereken sorular şunlar olmalıdır: “Kamuyu göz göre göre açıkça zarara uğratan bu kararı alanlar hakkında hangi işlem yapılacaktır?”; “Kamuda buna karar verenlerle müteahhitler arasında nasıl bir ilişki ağı vardır ki, halkın parası bu şirketlere aktarılmaktadır?” Bunlara eklenmesi gereken diğer bir soru ise, halkın kendi parasını haksız ve ticari mantığa uymayan şekilde verenlere karşı neden hiçbir tepki göstermediğidir.
2024 yılının son günlerinde 2025 yılı için belirlenen asgari ücretin 22.104 TL olarak açıklanması, gerek muhalefet gerekse halkın geniş kesimlerinde tepki ile karşılansa da bu tepkilerin eylemsellikten uzak homurdanmalardan farkı olmamıştır. Bu homurtular ise, boş midelerden gelen gurultulara karışıp yok olmuştur. Devletin kanunlarıyla belirlenmiş hakları gasp edilirken bile sessiz kalan insanların, Kamu kaynaklarının (yine kendi haklarının) müteahhitlere açıkça haksız şekilde aktarılmasına ses çıkarmamasını beklemek belki de boş bir idealizmdir.
2025 yılının ilk gündem maddelerinden olan maaş artışları, kamuoyuna sunduğu istatistiklerle hükümetin uygulamalarını meşrulaştırmak dışında bir işlevi kalmayan TÜİK’in inanılırlığı kalmayan rakamlarıyla belirlendi. Aslında belirlenen maaşlar, haksız yere müteahhitlere aktarılan kamu kaynaklarından arta kalandı. Ama nedense tartışmalar hep bu çerçevenin dışında tutuldu. Sendikalar, sanki açıklanan her şey normalmiş gibi, “refah payı” söylemiyle edilgen bir tutum izlemeyi tercih ettiler. Yakın zamanda bir sonuç vermesi beklenmeyen birbirinden kopuk eylemler dizisinin topyekûn bir eylemselliğe dönüşmemesi hainde herhangi bir etki yaratmasını beklemenin aşırı iyimserlik olacağını düşünüyorum.
Elbette memur emeklisi, son iki altışar aylık dönem artışlarında en mağdur edilen kesim oldu. Sadece popülist yaklaşımlarla SSK ve Bağkur emeklilerine 2024 Temmuz ve 2025 Ocak ayında toplam olarak yaklaşık %10 daha fazla zam verildi. Memur emeklisi ile çalışan arasında kanunlarla korunan haklar ise 2023 Temmuzunda bir “Alicengiz Oyunu” ile gasp edilmiş ve bağlar koparılmıştı. Bütün ücretler arasındaki adalet dengesinin tamamen bozulması, toplumsal barışın uzun dönemdeki en büyük düşmanı olacaktır. Ancak bunun iktidar için bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Onların tercihi zaten Kuzey Marmara otoyolunun geçiş garantisi arttırıldığında belli olmuştur.
2023 Seçimleri için Japonya’nın en yüksek tirajlı gazetesine bir röportaj vermiştim. Bu röportajda Japon gazeteci bana “eğer Erdoğan kazanırsa ne olacak?” diye sorduğunda O’na “Türk halkının demokrasiye inancı uzun süre tamir edilemeyecek şekilde zarar görür” demiştim. Gelinen aşamada, siyasete, siyasetin işleyişine, devletin kurumlarına güvenini tamamen kaybetmiş bir insana dönüştüm. Siyasetçilerin kendi özlük hakları kadar halkın sorunlarını düşündüğünü sanmıyorum. Yoksa halkı bu kadar müşkül durumdayken o kadar adaletsiz maaşları, emekliliği ve sağlık hizmetlerini kendilerine sorgulamaksızın hak gören siyasetçilerden bir itiraz çıkması gerekirdi.
Bazen çözüm, sorunlara farklı bakıldığında görülebilir. Çürümüş bir sistemin içerisinde o sistemin kurallarıyla bir çözüm üretmenin imkânsızlığı anlaşılamaz. Bu siyasal sitemden bu nedenle tamamen ümidimi kesmiş bulunuyorum. Türkiye Cumhuriyeti, gerçek bir parlamenter sitem kurup demokratik hukuk devleti olmadıkça bu sistemi destekleyenlere şüphe ile bakmaya devam edeceğim.  Zaman daralıyor, herkes için…

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 08.01.2025
  • Süre : 5 dk
  • 455 kez okundu

Google Ads