Site İçi Arama

siyaset

Yeni Bir Yıla Başlarken

2023 yılının en önemli siyasi ve hukuki olayı; Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’ın hapiste tutulması konusunda Anayasa Mahkemesi “hak ihlali” kararı verdikten sonra Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi kararını tanımaması ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunması olayıydı.

Her yıl biterken, yaşadığımız acıların yeni başlayan yılda son bulacağını umarız.  Ömrümüzden eksilen yılın bizi biraz daha yaklaştırdığı sonu değil de yeni başlayan yılda yaşayacağımız güzellikleri hayal ederiz. Oysa zor günlerin ardında her zaman huzur olmaz. Yine de iyi şeyler olacağı umutlarıyla her yıla kutlamalarla gireriz. Bunun yanında hayatın bir de matematiği olduğunu unuturuz. Yaşadığımız acıları, travmaları unutmak isteriz. Ancak hayatın matematiği bize her fırsatta bunun için bir şeyler yapmamız gerektiğini hatırlatır. İşte bu aşamada kimisi kaderciliğin dayanılmaz hafifliğine teslim olur, kimisi de içini kaplayan endişe dalgasının kendisini sürüklemesine fırsat vermemek için harekete geçme ihtiyacı duyar. Yıllar önce okuduğum bir kitap başlığını burada tekrar etmek istiyorum; “Umut Bir Yöntem Olamaz”. Acaba umut bir yöntem olabilir mi?

Bu soruya cevap bulabilmek için öncelikle yaşadığımız sorunların kaynağına inmemiz gerekiyor. Şüphesiz 2023 yılının en acı ve yıkıcı olayı 6 Şubat depremleri idi. Türkiye tam anlamıyla çok büyük bir doğal afetin yıkıcı etkisiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldı. Ama ne yazık ki, yüzleşemedi. Seçim öncesinde depremin etkilerinin kendisine etkisini gören iktidar, medya günü de kullanarak depremin yaşandığı yerler dışında sanki böyle bir olay hiç yaşanmamış izlenimi vermeye çalıştı. Depremde en küçük bir özeleştiriden kaçınan iktidar, yapılan bütün yanlışların, çok büyük bir başarı olduğuna neredeyse toplumu “döve döve” ikna etti (!). Bilim insanlarının, üniversitelerin sesi duyulamaz oldu. Türkiye bir sonraki afete kadar çıkarması gereken derslerden mahrum kalarak seçim atmosferine girdi. 

Toplum olarak bu afete uğrayan yurttaşlarımızın acılarını çok kısa zamanda unuttuk. Bu acıları siyasi tartışmaların odağına taşıyarak, sonlandırmamız gereken ayrışmaları daha da derinleştirmeyi tercih ettik. Bunlar elbette kader değil, hepimizin ortak tercihi idi. Böylesinin daha kolay olacağını, sorunları yok sayarak yaşamanın daha huzurlu olacağını düşünüp, insanlığımızı üzerimizden çıkarıp askıya astığımız bir ceket gibi çıkarıp astık. Oysa kamu politikasının temel belirleyicisi olan kamuoyunun etkisi görmezden gelindi ve kamuoyu oluşturulamadı. Elbette bu kayıtsızlık halinin topluma egemen olmasının hükümetin başarısı (!) olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. 

Altı Şubat depremlerinin etkilerinin halı altına süpürüldüğü bir ortamda, ülkenin geleceği açısından son derece önemli bir seçime gidildi.  İktidar, aşağılık kompleksinden bir türlü kurtulamayan Türk halkının bu durumunu çok başarılı şekilde istismar etti. Devletin uzun yıllar önce başlamış projelerini bile kendi başarısı olarak yutturmayı başardı. Bununla da yetinmedi, kendi gerçekliğini makyajlayıp halkı, içinde yaşadığı sanal bir gerçeklik ortamına soktu. Yaşanan ekonomik ve sosyal birçok soruna ve bunları ağırlaştıran çok büyük bir doğal afete rağmen, hükümetin bunu yapabilmesi gerçek bir başarıydı.

Seçimlerde iktidarın başarısından daha önemli olan, muhalefetin başarısızlığıydı. Hatasız ve etkili bir iletişim stratejisi ile asla kaybetme şansı olmayan muhalefet, siyasal iktidarın hâkim olduğu bir iletişim alanında kendi stratejisini oluşturmak yerine, iktidarın belirlediği sınırların dışına çıkamadı. Bunda belki de en büyük etken, iktidarın muhalefetin parçalı yapısını yine çok başarılı bir şekilde istismar etmesiydi. Muhalefet partileri, belki sadece çok anlaşılabilir “parlamenter sisteme dönülmesi” gibi net bir söylemi benimsemesi gerekirken, iktidarın tuzağına düşerek adeta tek partiymiş gibi hareket etmeye kalktılar. Çok değerli bir ortak politika metni ortaya konulmuş olsa da, bunun uygulama olanaklarının farklı ideolojiler açısından büyük sorunlara gebe olduğu gerçeğini görmezden geldiler. 

Deprem sonrasında konuşması gerekenler yerine sadece hükümet yetkililerinin konuşmasının garabeti yetmiyormuş gibi, seçim sonrasında muhalefet, ortaya çıkan ağır yenilgiden başarı hikâyeleri çıkarmaya çalıştı. Bu süreçte yine bilimsel değerlendirmeler rafa kalktı, özeleştiri yapılamadı. Seçim sonrası ağırlaşan fatura açıkça halka çıkarıldı. Ağır vergiler uygulamaya konulurken, kamu görevlilerine seyyanen zam yapıldı ve emekliler devre dışı bırakıldı. Hükümetin Bakanı, emekli maaşlarını yaşanan ekonomik krizin temel sebebi olarak gösterdi, kimseden çıt çıkmadı. Gerçekte olan, devlet personel sisteminin ağır ağır enkaza dönüşmesiydi. Ama ne ağzına seyyanen bal çalınan çalışanlar, ne de emekliler, yeterli tepkiyi gösteremedi. Örgütlenme yetersizliği ve örgütlerin hukuk dışı yollarla sindirilmiş olması da bunda etkendi. 

Bana göre 2023 yılının en önemli siyasi olayı ise, Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’ın hapiste tutulması konusunda Anayasa Mahkemesi “hak ihlali” kararı verdikten sonra Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi kararını tanımaması ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunması olayıydı. Ancak yaşanan her şeyi kaderi olarak kabul etme kolaycılığı ve yılgınlık, bu olağanüstü büyük olayın önemini de yerle bir etmeye yetti. Aslında ortada bir tartışma vardı ama bu tartışma hukuk değildi. Tartışılan devlet ve rejimdi. Bilmeyenler olayı sıradan kabul etti, bilenler ihaneti seçti ve sustu. Çünkü yaşanan olay, açıkça Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki varlığına son veriyordu. Anayasaya bağlılık yemini etmiş kurumların belki de emir almaksızın Anayasayı koruması gereken bu durumda, herkes olan biteni tiyatro seyreder gibi seyretmeyi tercih etti. 

Bu konuda bütün toplumun ayağa kalkması gerekirdi. Bu nasıl olacaktı? Sivil toplum örgütleri (dernekler, sendikalar, meslek örgütleri), üniversiteler ve Anayasal kurumlar yüksek sesle tepki vermeliydi. Olmadı, bütün toplum daha da derin bir sessizliğe büründü. Oysa artık devletin öncelikli görevi olan can ve mal güvenliği bile garanti altında değildi. Çünkü Anayasal olarak sınırlandırılmamış bir gücün yapabileceklerinin sınırı yoktu. Eğer Anayasa yoksa sınır da yoktu. Durum açıkça bu anlama geliyordu ama herkes üç maymunu oynamayı tercih etti. 

Yılın son günlerinde Türkiye’nin Cumhuriyetten daha yaşlı olan iki kulübünün Suudi Arabistan’da oynayacağı futbol müsabakası, öncesindeki ve sonrasındaki tartışmalarla 2023 yılı gündemine final yaptırdı. Suudi yetkililerin iki takımın maç öncesi Atatürk tişörtü ile ısınmasına karşı çıkması, TFF’nin bu maçı neden Suudi Arabistan’da oynatma kararı aldığının da tartışılmasına neden oldu. Sonuçta iki güzide kulübümüz, geri adım atmayarak maça çıkmadı ve yurda döndü. Burada hükümetin beklemediği iki şey oldu. Hükümetin iki kulübün bu tepkisini tahmin edemediğini düşünüyorum. Hükümet açısından ikinci büyük sorun, seçim öncesinde izlenen ayrıştırma siyasetinin, Atatürk üzerinden bozulmuş olması olasılığıydı. Seçime daha üç ay var. Şapkadan tavşan çıkacak mı, kaç tavşan çıkacak, bu soruların cevaplarını görmek için zamana ihtiyacımız var. 

Alsında kronik hale gelmiş birçok sorunu burada gündeme alamamış olmam, bu sorunların önemsiz olmasından değil, yazımın sınırlarından kaynaklanıyor. Şiddetin toplumun her kesiminde patlama yapıp, kamu hizmeti sunan değerli çalışanlara yönelmesinin yukarıda saydıklarımdan bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Aynı şekilde canlılara yönelen şiddetin, sadece insanların kötülüğünden kaynaklandığını düşünmek de aşırı hayalperest bir yaklaşım olur. Hatta aklınıza gelebilecek bütün sorunlarda konuşması gerekenler dışında herkes konuştuğu için bu durumdasınız. Hukukun konuşması gereken yerde siyaset konuşursa böyle oluyor.

Yaşanan bütün toplumsal sorunların temel sorumlusu, bu sorunları çözebilmek amacıyla devlet gücünü kullanma yetkisi verilen hükümetlerdir. Ancak hükümetler meşruiyetini halktan alır.  O hükümetleri iktidarda tutan halktır. Örgütlü bir halk, iktidarlara halkın hizmetinde olmaları gerektiğini her zaman hatırlatan etkili bir güçtür. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de sivil toplumun örgütlülük oranı çok düşüktür. Örgütlü olanlarda da örgütsel sorunlar çok yüksektir. Böyle bir durumda yeni yıla girerken Noel Baba’dan demokrasi dilemek dışında bir seçenek kalmaz. Oysa halk dilemez, yapar. Umarım yeni yılda böyle olur. Nazım Hikmet’in güzel bir şiiri ile yazımı bitiriyorum. Yeni yılın Türkiye’ye her şeyden önce akıl, ahlak, vicdan, sevgi ve ahde vefa getirmesini diliyorum…

DÜNYANIN EN TUHAF MAHLÛKU

Akrep gibisin kardeşim,

Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

Serçe gibisin kardeşim,

Serçenin telaşı içindesin.

Midye gibisin kardeşim,

Midye gibi kapalı, rahat.

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.

Bir değil,

           beş değil,

                      yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,

Gocuklu celep kaldırınca sopasını

Sürüye katılıverirsin hemen

Ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,

Hani şu derya içre olup

                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm

                                    senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

                      kabahat senin,

                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —

                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

 

Nazım Hikmet RAN

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 01.01.2024
  • Süre : 4 dk
  • 885 kez okundu

Google Ads