Site İçi Arama

siyaset

Yeni Türkiye Derken

Eskinin karşıtı gibi olsa da “yeni” kelimesi her zaman bu karşıtlığı karşılamaz. “Eski” kelimesi fiziki olarak yıpranmış anlamına geldiği gibi, “önceki” anlamını da taşır. Bununla birlikte eğer size yeniyi tercih etmeniz için bir talepte bulunuluyorsa, muhtemelen “eski” kelimesinin “yıpranmış” anlamı kullanılmaktadır.

Hiç düşündünüz mü, yeni nedir? Mevcut olanların işlevini kaybetmesi üzerine yenisi ikame edilir. Mesela ayakkabınız eskidiğinde, onu daha fazla kullanamayacağınızı düşünerek yenisini alırsınız. Aslında estetik kaygılarla alınan yeni şeylerin temelinde de aynı şey yatmaktadır. Bir gömleği, tişörtü, ayakkabıyı giymekten aldığınız fayda azalır, size mutluluk hissi verdiği için yeni bir şeyler alırsınız. Veya eski arabanız artık çok masraf çıkarıyordur, daha keyifli yolculuk yapacağınız yeni bir araba alırsınız. Ama hep bir yerine koyma vardır yenilemenin temelinde. Eskinin karşıtı gibi olsa da “yeni” kelimesi her zaman bu karşıtlığı karşılamaz. “Eski” kelimesi fiziki olarak yıpranmış anlamına geldiği gibi, “önceki” anlamını da taşır. Bununla birlikte eğer size yeniyi tercih etmeniz için bir talepte bulunuluyorsa, muhtemelen “eski” kelimesinin “yıpranmış” anlamı kullanılmaktadır.

Siyasal alana girildiğinde bütün kelimelerin anlamlarında kaymalar yaşanmaya başlar. “Yeni” kelimesi, önce ile bütün bağların koparılması amacını taşır. “Eski”, hataları, yıpranmışlığı ve soğuk yüzü ile kötülenir. “Yeni” olanın kabul görmesi beklenir. Kurumsal yapının yenilenmiş olması, doğrudan kurumun işlevsel konumunun değişikliğini ifade eder. İdeolojik bir zeminde siyaset üreten siyasi partilerde bu durum, kuruluş felsefesinden sapmayı gösterir. Bunun için doğrudan ismin değişmesi çoğu zaman gerekmez. Bu algının oluşmasını destekleyen tutum ve davranışlar da aynı anlama gelebilir. 

Kurumların yaşam süreçleri insanlardan genellikle daha uzundur. Toprak, halk ve egemenlik unsurlarından oluşan devletler açısından nispeten daha küçük kurumsal yapılara göre daha uzun bir yaşam söz konusudur. Bir devletin ortadan kalkması yüz yıllar, bin yıllar alabilir. Bu aynı zamanda devletlerin siyasal ve toplumsal yapılarındaki değişimlerin de daha uzun zamanda gerçekleşebileceğini gösterir. Bunun istisnası devrimlerdir/darbelerdir. Devrimler/darbeler başarılı olurlarsa ilk önce yeni düzenin anayasasını hazırlamaya girişir. Yeni anayasa tartışmalarına bu açıdan da bakılabilir. 

Bütün sistemlerde ani değişimlere karşı duyarlılık yüksek, evrimsel değişimlere karşı görece daha düşüktür. Bu nedenle devrimlerden sonraki 20-30 yıl, yeni düzenin kurumsallaşması için gerekli olan asgari süredir. Bu sürede yeni düzenin eğitim sürecinden geçen nesiller, ülkenin her alanda ihtiyaç duyduğu işgücünü oluştururlar.  Elbette siyasetçiler de bu eğitim düzeninden çıkarak ülkenin kaderini belirleyecek yerlere gelirler. Eğitim sisteminin kalitesi ve içeriği, devletin geleceğini belirleyen en önemli unsurdur. Devrim/darbe sonrası bütün kurum ve kurallarıyla oturan yeni düzen, kendi iç çelişkilerini üretmeye başlar ve eğer bu çelişkileri ortadan kaldırma kapasitesi yetersiz olursa devletin kurumsal yapısı ve toplum içten içe çürümeye başlar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu her açıdan çok büyük bir devrimdi. Çünkü toplumsal alanda kulluktan vatandaşlığa, devletin egemenlik kaynağı olarak da padişah egemenliğinden halk egemenliğine geçişi öngörüyordu. Bütün dünyada benzer dönüşüm süreçlerinde yaşanan devrimlerin ve sonrasının sancılı olduğu bütün tarihçiler tarafından kabul edilir. Türkiye’de de bu süreç sorunsuz yaşanmadı. Kurtuluş savaşında karşımızda olan devletlerin yanında, yeni dünya düzeninde söz sahibi olmak isteyen devletler de iç karışıklıkları ve karşı devrim süreçlerini destekleyen bir tutum izlediler. 

Atatürk 1938’e kadar devrimi ve sonrasını her yönden başarıyla yönetti. Ancak hayatı pahasına verdiği bu mücadelede O’nun ölümü ve ardından ikinci dünya savaşının patlak vermesi, henüz devrim süreci tamamlanmamış olan Türkiye Cumhuriyeti açısından karşı devrimci kadroların devleti kötü huylu bir tümör gibi sarmasına ortam hazırladı. Ekonomik açıdan bağımsızlığını tam olar sağlayamayan Türkiye Cumhuriyeti, karşı devrimci kadrolarla devrimci kadroların mücadele alanı haline geldi. 12 Eylül darbesi ise parlamenter sistemi düzeltilmesi zor biçimde sakatlayarak karşı devrimci kadrolara elverişli bir oyun alanı açmış oldu. 

Cumhuriyetin kurucu ilkelerinden sürekli verilen tavizlerle ve beceriksiz siyasetçilerle devlet 40 yıl içerisinde karşı devrimci kadroların eline geçti. Ama gözden kaçan bir şey vardı. Heraklitos’un dediği gibi aynı ırmakta iki defa yıkanılmıyordu. Atatürk devrimlerinin bütün siyasi baskılara ve uluslararası çabalara rağmen saldığı kökler, sanılanın aksine çok derinlere uzamıştı. Sadece bununla da kalmamış, dünya da değişmişti. Bundan 100 yıl önce mücadelesi verilen “Atatürk devrimlerini geriye döndürme” çabaları, bugün sadece saçma değil, komik de oluyordu. 

Dünyada değişimin hızı ve yönü, bilginin eskiye oranla çok daha hızlı ve çok daha kolay erişilebilir olmasını sağlıyordu. Dinin toplumsal yapıdaki ağırlığını artırmak için doğru bir zaman değildi artık. İnsanlar bir tek tuşa basarak topluma dayatılan yaşam tarzının sonuçları, maliyeti ve kendi cebinden bunun için nelerin alındığını öğrenebiliyordu. Belki herkes öğrenmiyordu ama isteyen öğrenebiliyordu. Dolayısıyla hükümetler açısından keyfi yönetim alanının giderek daraldığı bir dünyaya giderken, Türkiye’nin bundan uzak kalması düşünülemezdi, sadece geciktirilebilirdi. 

Belki de işin anahtar kelimesi, gecikmede gizliydi. Türkiye’yi kendi bilgisini üretemeyen bir ülke yapmanın kime yararı olabilirdi? Kendi bilgisini üretemeyen, o bilgiyi dışarıdan ve oldukça yüksek maliyetlerle alabiliyordu. Türk Üniversiteleri dünya sırlamasında geriye düştükçe, acı sonuçları ve maliyeti on yıllar içerisinde ortaya çıkacak bir bilgi bağımlılığı oluşuyordu. 50 yıl önce yarışabileceğiniz konumda olan ülkeler son hızla yanınızdan geçip gözden kayboluyordu. Ne yazık ki, dünya tarihi geride kalan toplumların mezarlıklarıyla doludur. 

Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de karşı devrim hareketi, fiilen başarıya ulaşamaz gibi görünüyor. Yani kendisine sınırsız bir yaşam alanı açıp mutlu mesut yaşaması zor görünüyor. Ancak çıkarlarını Türkiye’nin sürünmesi üzerinden tanımlayan ülkeler açısından bakıldığında, oldukça kullanışlı bir araç olarak işlevini yerine getirdiğini söyleyebiliriz. 

Bu sürecin sürdürülebilir olmadığını yazıyı dikkatli okuyan herkes anlayacaktır. Ama insanların büyük çoğunluğunun mümkün olduğu kadar geç uyanması, birilerini görevini yapmış olmanın mutluğuna erdirecektir. Bu amaçla propaganda mekanizması adeta kusursuz işlemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri ile olan toplumsal bağların zayıflatılması ve koparılması asıl hedeftir. Bunun için renkler, semboller, mesajlar adeta bir bombardıman halinde toplumu hedef almaktadır. 

İşte bu mesajlardan belki de en ölümcül olanı “Yeni Türkiye” söylemidir. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı darbe teşebbüsünde bulunmuş siyasal İslamcı bir terör örgütü olan FETÖ’nün devlet kadrolarında etkin olduğu dönemde duyduğumuz bu söylemi halen duymaya devam ediyoruz. Kerameti kendinden menkul “sanatçı” olarak tanımlanan acınası çıkarcı kişiler, utanmadan kendilerini var eden topluma ihanet edebiliyorlar. 

Sormak gereken sorular var. Yeni Türkiye’den kastınız nedir? Diyanet İşleri Başkanlığını Milli Eğitimin içine sokarak mı kurmayı düşünüyorsunuz “Yeni Türkiye”yi? Eski Türkiye’den kastınız açıkça Atatürkçü felsefe üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti midir? Ülke sürekli olarak irtifa ve itibar kaybederken halkı türlü gerçek dışı söylemlerle yanıltmaktan maksat ne olabilir? İnsanların günlük yaşantısında huzur ve sükûnetin hâkim olduğu ülkelerin bizi kıskanması mümkün mü? Halktan toplanan vergilerin ülkeyi yok olmaya götürme niyetini gizlemeyen legal/illegal yapılara aktarılmasında ne gibi bir çıkar var? Çocuklarımızın aldığı eğitimin bilimsellikten gittikçe uzaklaşması kimin çıkarınadır? Kamuda tasarruf deyip asıl kalemlerin göz ardı edilmesi neye hizmet etmektedir? Bu ülkede halkın vergisinin Diyanet İşleri Başkanlığına harcanan her bir kuruşunun, ülkenin kalkınmasına ve refahına ne gibi bir katkısı vardır? Özellikle son soruyu akademik anlamda “kalkınma” çalışmış bir insan olarak soruyorum.

Türkiye, cumhuriyetin kurulmasından sonraki 30 yılın Atatürk sonrası kısmını O’nun öncülüğünde gerçekleştirilen devrimlere sadık kalarak geçirebilseydi, bugün Türkiye için çok daha farklı seviyede bir kalkınmışlığın görece küçük sorunlarını konuşuyor olurduk. Koskoca bir devletin geleceğini oluşturan yeni neslin tarikat, şiddet, cehalet sacayağı üzerine oturtulmasına ve geleceklerinin çalınmasına karşı bu kadar çaresiz ve mahzun kalmazdık. Bir duvar yazısında şöyle diyordu; “Paranoyak olmanız kimsenin sizi takip etmediği anlamına gelmez”. Unutmayın, “Eski Türkiye” yok, Atatürk’ün “İlelebet payidar kalacak” dediği “Türkiye Cumhuriyeti” var. Herkes buna göre konumunu belirlesin…

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 31.05.2024
  • Süre : 5 dk
  • 488 kez okundu

Google Ads