Geçmişe Bakıp Geleceği İnşa Etmek Mümkün Mü?
Geçmiş gelecek ilişkisini toplumsal bir yorum olarak ele alıp farkında olarak ya da olmayarak sosyolojik tespitlerde bulunabiliyoruz. Ama bu tespitler genellikle sosyolojik bir özeleştiriden ziyade serzenişe yakın öğeler içeriyor. Yani genel geçer bir yorum oluyor.
Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek hakkında yorum yapmak için öncelikle yorum alanının net olarak belirlenmesi gerekir. Bireysel yorum, toplumsal yorum, tarihsel yorum, bilimsel yorum, inanç sistemleri...
Geçmiş gelecek ilişkisini toplumsal bir yorum olarak ele alıp farkında olarak ya da olmayarak sosyolojik tespitlerde bulunabiliyoruz. Ama bu tespitler genellikle sosyolojik bir özeleştiriden ziyade serzenişe yakın öğeler içeriyor. Yani genel geçer bir yorum oluyor.
Zaman zaman Popper’in tarihselciliğini ya da Popper’in kıyasıya eleştirdiği Marx’ın tarihsel materyalizmini tartışmayıp, bulunduğumuz zamanı yani günümüz insanının “duygusal şaşkınlığını” referans alarak, geçmişle bağımızın sağlıklı kurulmadığından bahisle geleceğe ilişkin kaygılarımızı ifade ediyoruz.
Benim toplumsal değişime ve onun kişiler üzerindeki etkisine ilişkin yorumum ise “değişim” kavramı üzerinden olacak. Önce tespitlerimi ortaya koyuyorum:
· Değişim dinamik bir süreçtir.
· Toplumsal değişimlerin hızı düşüktür.
· Değişim birikimli bir süreçtir.
· Birey genellikle bulunduğu dönemin özelliklerini ve kaygılarını yansıtmakla birlikte taşıdıklarından da ari değildir.
· Geçmişi ve şimdiki zamanı ancak “değerler” ve “paradigma” üzerinden tartışabiliriz.
· Geleceği öngörebilmek ancak bugün itibariyle sahip olduğumuz bilgi ve değerler üzerinden mümkündür. Bu yönüyle anakronizm sürekli içine düştüğümüz bir hatadır.
· Statüko güvenlidir, huzur verir ama değişimi tetikleyen aslında güvenli olmayan bir huzursuzluktur.
Şimdi bu tespitleri daha somuta indirgeyelim. Hatta daha iyi anlayabilmek için bunu güncel bir tartışma üzerinden yapalım. Şu meşhur Abdülhamit tartışması. Önce genel çerçeveyi çizelim: 19. yüzyılın sonları, Marx’ın zaman makinesi çalışmaya başlamış. Düşünsel evrimini zorlayan, felsefeyi varlık sorununun döngüsel tartışmalarından kurtarıp bilgi kuramını tartışmaya başlayan eski dünya silkiniyor. Hammadde temini ve makineleşmeyle birlikte üretim mekanizmaları değişiyor. Haliyle çiftçi ve asker tarım toplumunun değerleri aşınmaya başlıyor. Yeni üretim teknikleri günlük çalışma ve yaşama biçimini hızla değiştiriyor. Yeni yaşamda her şey ama her şey sorgulanıyor. İnanç sistemleri kıyasıya eleştiriliyor şaşırtıcı derecede çarpıcı hatta rahatsız edici saf bilimselci ve mekanik yorumlar bile var. Yeni din önerenler (bkz. Rousseau) bile var.
Tartışmaların toplumsal etkilerinin yaşanması ise kaçınılmaz. Kentler oluşuyor, ticaret şekilleniyor, burjuva boy göstermeye başlıyor. Güç merkezleri yer değiştiriyor. Siyasal iktidarlar eskisi kadar rahat değil. Monark huzursuz. Sorgusuz sualsiz olan egemenliği sorgulanıyor, ortak olmak isteyenler var. Peki biz neresindeyiz bu büyük huzursuzluğun? Uzunca bir süre farkında bile değiliz aslında. Selim’in, Mahmut’un kişisel çabaları yetmiyor dönemi yakalamaya. Sanki İstanbul fethedilirken melekler erkek mi dişi mi tartışması yapan Bizans’a benziyoruz. Bir iki çırpınış var aslında. Tarhuncu, Ziya Paşa, Mithat Paşa... Elbette bu durumda kökten bir değişim kimilerine göre ise yıkım kaçınılmaz hale geliyor. Sen değişimi kendin beceremezsen sele kapılıyorsun.
İşte Abdülhamit bu değişim/yıkım sürecinin tam ortasında buluyor kendisini. Kaybedilen savaşlar, iflas etmiş hazine, homurtular... Kendince bir çaba içerisine giriyor. Aslında bir çıkış arıyor. İstibdat, baskı diyoruz ama reformist yönü de güçlü Abdülhamit’in. Eğitime el atıyor mesela. Dünya dengelerini gözetmeye çalışıyor. Kabul ettiği şeyler var kabul etmediği şeyler var. Aslında farkındalığı ve huzursuzluğu var. Çünkü altındaki zemin kayıyor, mülkün göstergesi olan topraklarını kaybediyor peş peşe.
Soru şu; quo vadis? İslamcı diyoruz ama ideolojik yönü bir görüntü aslında çoğu padişahtan çok daha pragmatist. Ama ne yapsa nafile çünkü tarihsel materyalizmin çarkı dönüyor. İmparatorluklar devri kapanmak üzere. Rousseau kışkırtmış bir kere. Fransız imparatorluğu düşüyor, İngiltere monarşisi pasivize ediliyor. Abdülhamit’in bu değişime karşı koyacak maddi ve zihinsel gücü yok. Tarih imparatorluklar hakkında yargısını vermiş artık. Keza ittihatçıları aynı pencereden seyredelim. Jön Türklerle başlayan süreç evrilerek İttihatçılara gelmiş. Ama bir yanlış var; bu adamlar asker ya da bürokrat kimlikli, oysa burjuva olmalıydı. Fikirsel olgunluk oluşmadan pat diye iktidara ortak oluyorlar. Avrupa’daki toplumsal değişimin dinamiği olan burjuva ile tek ortak yönleri eylemcilikleri ve devrimcilikleri. Onların da çabaları yetmiyor elbette. Bir büyük savaş ve kaçınılmaz son...
Rus, Avusturya/Macaristan, Alman ve Osmanlı imparatorluklarının peş peşe düşüşü. Şimdi bu süreçte Abdülhamit mi haklıydı yoksa İttihatçılar mı tartışması mı yapacağız? Her iki taraf da “çare” peşindeydi. Ama her iki tarafından zamanın ruhunu iyi okuyabildiğini söyleyemem. Neticeden doğruları ve yanlışlarıyla Abdülhamit’te İttihatçılar da iyi birer vatanseverdi diyebilirim. Çünkü çıkış ve çare arıyorlardı...
Daha yakına gelelim. Emperyal bir bakışla Cumhuriyeti ne kadar sağlıklı anlayabiliriz? Yeni düzenin siyasal aygıtı olan ulus devletler ve Cumhuriyetleri imparatorluklarla mı karşılaştıracağız? Anakronizm dediğim tam da bu işte. Yeni bir düzeni akılcı bir şekilde sorgulayacaksak paradigma değişimi zorunlu. Aslında Atatürk ve Cumhuriyet, Tanzimat’tan beri yaşanılan huzursuzluk ve sancının çocuklarıdır. II.Mahmut bu yönüyle bir devrimcidir. M.Kemal ise müthiş bir eylemci ve katalizör.
Peki bu dönüşüm ve değişimler yaşanırken bireyin pozisyonu ne? Çok da umurunda değil. Kimi zaman imparatorluk ordusunun uzak cephelerdeki bir neferi, kimi zaman derin yoksullukların ve yokluğun pençesinde kıvranan bir köylü, kimi zaman kalabalıkların içerisinde kendisini ezen statükoyu savunmaya çalışan bir bilinçsiz vatandaş, çoğu zaman da bir yetim, öksüz bir göçmen...
Sonuç; konuşacak çok şey var ama enseyi karartmamak da lazım. Değerler üzerinden yapılacak her tartışmayı anlamlı buluyorum ama herkes müsterih olsun kaybolan nesiller, geçmişini unutmuş şuursuz kalabalıklar falan yok. Aksine Cumhuriyetle birlikte gelişen vatan kavramına daha bir sıkı sıkıya sarılmış yurttaşlar var.
Yöntemler, düşünceler farklı farklı olabilir, benim doğrum senin doğrun olmayabilir. Neyin ve kimin doğru olduğunu zaman gösterecek. Bize düşen hoşgörü içerisinde tartışabilmeyi becerebilmek. Bizim nesil biraz sıkıntılı çünkü soğuk savaş paradigması içerisinde yetiştik. İyi kötü, siyah-beyaz, doğu-batı, birey-toplum, yasak-serbest...
Düalizm her şeyimize sinmiş. Bu da bizi acımasız yapıyor. Bu acımasızlıkta iki evrensel değere sığınıyorum: Farklılıklara hoşgörü ve ifade özgürlüğü...