Site İçi Arama

tarih

Türk Dünyası ve Türkistan

Türkiye’de halkın ekseriyeti için bu ‘kadim’ kavram oldukça yeni sayılır. Türk dünyası veya dış Türkler kavramlarıyla, genellikle Dünya üzerinde yaşayan bütün Türklerin oluşturduğu coğrafi, tarihi, kültürel vb. değerlerle ortaya çıkan birlik ve bütünlük ifade edilir.

Türk Dünyası Kavramı

Türkiye’de halkın ekseriyeti için bu ‘kadim’ kavram oldukça yeni sayılır. Türk dünyası veya dış Türkler kavramlarıyla, genellikle Dünya üzerinde yaşayan bütün Türklerin oluşturduğu coğrafi, tarihi, kültürel vb. değerlerle ortaya çıkan birlik ve bütünlük ifade edilir. Nasıl ki bir İngiliz Devletler Topluluğu, Arap dünyası, Portekizce konuşan uluslar topluluğu, İspanyolca konuşan ülkeler grubu vb. varsa, Türklerin birliğini yansıtmak için de “Türk Dünyası” kavramı kullanılır.

Bu yaklaşımın kökeninde sadece etnik birliktelik yoktur. Türk Dünyası Kavramı; Türk olmaktan iftihar eden, ortak geçmişi kucaklayan, bu manada değişik coğrafyalarda yaşayan ancak her halükârda kendisini Türk veya Türkî toplum olarak gören ve böylece Türk kavimleri arasında öncelikle kültürel yakınlığın oluşmasını ve korunmasını betimleyen, kısaca ‘Ne Mutlu Türk’üm’ diyen herkesi kapsar.

W.Thomsen ve G.Nemeth gibi meşhur Türkologlar, Uygurca ‘kuvvetli’ manasında ve sıfat olarak kullanılan ‘türk’ veya ‘türük’ kelimesinin isim haline gelip Türk milletini ifade ettiği gibi bir sonuca varmıştır. Munkacsi gibi alimler ise Türk adının ‘türemek’ kökünden geldiğini savunmuştur. Töre (örf, anane) ve göçebe toplumlar için kullanılan Yürük (yürümek) kelimesinin de bu köke bağlı olduğu düşünülürse, Türk adının, türemiş, yaratılmış olan, insan manasında olduğu etimolojik olarak en fazla rağbet gören yaklaşım olmuştur.

Türklerin hepsini bir çatı altında toplayan Türk Dünyası kavramının; siyasi birlikteliğe bir davetiye veya coğrafi birleşmeye dair bir yönlendirmeye çağrışım yaptığı iddia edilebilir. Gerçekten de Türk Dünyası’ndan bahsedilirken, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne şeklinde oldukça geniş bir coğrafyadan söz edilir. Esasında, Türk dünyası; coğrafi sınırları aşan, tarihi ve kültürel etki alanlarıyla birlikte çok geniş bir yelpazeyi kucaklar. Bu kavram, dolayısıyla Türkiye’yi de kapsayan geniş boyutlu bir coğrafyaya da işaret eder. Bu kavramın merkezinde, bugün doğal olarak Türkiye Cumhuriyeti yer almakla birlikte, tarihi perspektiften baktığımızda, Türkistan isimli coğrafya Türk Dünyasının merkezine oturur.

Tarih, toplulukları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arkasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantıları, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Bu manada, tarih, Türk Dünyasının binlerce yıldır süregelen aksiyonunu, bu aksiyonun arkasındaki milli şuuru, bugünün Türklerine bu şuura dayalı gelecek öngörüleri aşılar. Türklerin en doğru istikamette ilerlemesi için yeni kapıların varlığından haberdar eder.

Daha önce STRASAM’da yayımladığımız Doğu Türkistan yazılarımızda ortaya koyduğumuz üzere, bir Türk boyu olan Uygurlar özelinde cereyan eden olaylar ne kadar geçmişe, eskiye bağlanmış görünürse görünsün, tarih, gerçekte bu olayların içinde oynaştığı bugünün ihtiyaçlarına ve bugünkü duruma dayanır.

Efsanelere ve rivayetlere göre ‘Türk’ kavimlerinin tarih sahnesine çıkışı MÖ 800-700’lerde kaydedilen İskitlere (Sakalara) uzanır. Sakalar, o dönemde, ikiye bölünerek, bir bölümünün Tanrı Dağları-FerganaVadisi-Kaşgar bölgesinden batıya göç etmesine ve diğer bölümünün Aral Gölü civarında, Seyhun ırmağı dolayında kalmıştır. Tarihte yaşanan her hadise, mutlak surette üç temel olgu üzerine oturtulur: Zaman, Toplum ve Mekân. Her tarihi hadisenin günümüze bakan bir yönü vardır. Her tarihi olay önemli ve değerlidir. Sakaların hareketi gibi, geçmiş Zaman’da yaşanan bir olay, bölgede yaşayan kavimlere birinci derecede tesir eden bir hadise olmuştur. Bu hadise, derece derece Türk Toplum hayatını şekillendirici bir rol oynamış, dünyanın geri kalanını Türk olgusuyla tanıştırmıştır. Türklerin tarih sahnesinde ilk kez görüldüğü bu Mekân, Türk Dünyasının zaman içerisinde, Avrasya’nın ortasında, ‘Türkistan’ denilen bu tarihi bölgeyi günümüze kadar anayurt olarak sahiplenmesinin önünü açmıştır.

Türkistan’ın Coğrafyasının Gelişimi

Eski devirlerde Hun, Göktürk, Uygur ve başka Türk kavimlerinin kurduğu devletlerin merkezleri Orhun havalisinde bulunduğu için, Fransız tarihçi Joseph de Guignes’in 1756-1758 tarihleri arasında yayımladığı esere (Historire des Huns, des Turcs, ….) dayanılarak, bir dönem Batılı ve bazı Türk tarihçileri arasında, Moğolistan (günümüzde Çin sınırları içinde bulunan Güney Moğolistan dahil), Türklerin anayurdu olduğu görüşü ekseriyet kazanmıştır. Bu görüşe göre, Türklerin asli yurdunun Moğolistan olduğu, batıya yani Türkistan ve Maveraünnehir yöresine ileri tarihlerde, MS yedinci asırda geldikleri iddia edilmiştir. Halbuki eski Türklerin yurdu, Oğuzname incelemelerinde de görüldüğü üzere, Türkistan’dır. Türkler, batıda İran ve ötesine, doğuda Moğolistan ve güneyine fatih bir millet olarak sonradan girmiştir.

Türkistan ve Türkçülük mefkuresinin kökenlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bu noktada konuyu biraz daha açmamız gerekiyor. Eski Fars imparatorluklarının, İskender’in ve İslam ordularının doğuya seferleri ile Maveraünnehir’de Sâmâni devletinin kurulmasından olumsuz etkilenen Türkistan’daki bazı Türk kavimleri, Doğu Türkistan’a 800’lü yılların ortalarında yerleşen Uygurlarda gördüğümüz üzere, doğuya doğru göç etmiş, kendilerine yeni yurtlar edinmiştir. Esasında, bu tür tarihi büyük savaşlar, önemli toplumsal hareketlilikler, Türk Dünyasının her yöne doğru genişlemesini sağlamıştır. Böylece, Türk varlığının farklı coğrafyalarda, farklı isimler ve yönetimler altında devam etmesi mümkün olabilmiştir.

Şüphesiz Moğolistan’da, kuzeyinde Sibirya’da, güneydoğusunda Mançurya’da ve hatta modern Çin’in iç kısımlarında Türk kavimleri yaşamıştır. Bununla birlikte, Türklerin anayurdu olarak Moğolistan değil Türkistan kabul edilmiştir. Tarihi, lisani ve destani delillere dayanan günümüz araştırmaları, Türk anayurdunun Altay-Ural dağları arasındaki Türkistan denilen bölge olduğunu ortaya koymuştur. Örnek olması yönüyle, 1. yüzyıl Latin yazarlarından Pompenius, Ural (Yayık) ve İtil (İdil, Volga) nehirleri arasında bir Turkae kavminin yaşadığından bahsetmiştir.

Bu minvalde, Oğuz Destanı da Sır nehri havzasını Oğuzların anayurdu olarak tasvir etmiştir. Çin kaynakları da Göktürklerin bağımsız bir devlet kurmadan önce, Altayların güneyini mesken edinmiş olduklarından ve demircilikle meşgul bulunduklarından bahsetmiştir. Burası, Türk milli ananelerinin ‘Ergenekon’ adını verdikleri mekandır. Türkler, Hun ve Göktürk devrinde, her yılın beşinci ayının sekizinci gününde, orada Tanrı’ya ve atalarının ruhlarına kurban kesip, dini ayin ve bayram yapmayı gelenek edinmiştir.

Oğuz destanının İslâmî versiyonu, Oğuzhan’ı Yâfes’in torunu olarak rivayet etmiştir. Mukaddes kitaplar da Nuh peygamberin üç oğlundan (Hâm, Sâ ve Yâfes) biri olan Yâfes’in oğlu ‘Türk’ün vatanını yine Isık-göl bölgesinde rivayet etmiştir. Hazreti Nuh, o günün bilinen dünyasını bu üç oğlu arasında paylaştırırken, Türklerin ceddi olarak kabul edilen Yâfes’e, Ceyhun (Amu derya) nehri ötesindeki memleketleri, yani tarihi Türkistan’ı vermiştir. İran milli destanı Şahname’ye göre de Feridûn, Türkistan ve bütün şark ülkelerini (Çin dahil) Türklerin ceddi Tûr veya Tûrec’e vermiştir. Fars kaynaklarına benzer şekilde Çin kaynakları da kendi mitolojik cedleri Hia’lar ile Türklerin ceddi olarak gördükleri Hiung-nu’ların aynı kökten geldiğini yazmıştır.

Çin, Grek ve Arap kaynakları da Turanî ve İranî kavimlerin arasında çizilen ananevi hududu, Ceyhun nehri olarak zikretmiştir. Tarihte meşhur İran-Turan mücadelelerinin kahramanı olan, İranlıların Afrâsyâb dediği Oğuzhan, Merv şehrini kendisine başkent yapmıştır. Türklerin tarihte kurduğu devletler, Maveraünnehir, Doğu Türkistan, Afganistan ve Horasan’da Türk kavimlerinin çoğalmasının, ağırlıklı olarak bu bölgelerde yaşamlarını sürdürmelerinin önünü açmıştır.

Öte yandan, Türk devletlerinin çoğunlukla Türkistan merkezli ve sonrasında batıya doğru kurulmuş olması, Türk kavimlerinin de bu devletlerle birlikte batıya doğru artan bir göç trafiğinin içinde olmalarına neden olmuştur. Özellikle 10. asırdan itibaren yerleşik Türk kavmi Moğolistan bölgesinde çok az sayıda kalmış, Cengizhan’la birlikte bu coğrafyada Türklerin varlığı yok olma noktasına gelmiştir. Bu bölge, doğudan gelen Moğollarla birlikte artık Moğolistan olarak adlandırılır olmuştur.

11. yüzyılda Selçuklular Türk illerinin hudutlarını genişletmiştir. 13. yüzyıla gelindiğinde, Türkistan veya Türk-ili (Arz üt-Türk) Çin ve Hindistan hudutlarından Rum ve Rus ülkelerine kadar yayılmış ve dünyanın dörtte biri olarak tarihçiler tarafından kaydedilmiştir. Aynı dönemde Avrupalı seyyahlar da Kıpçak-ili dahil olmak üzere Tuna boylarından Altay dağlarına kadar uzayan bütün bölgeleri Büyük ‘Turkia’ olarak göstermiştir. Böylece, Türkistan veya Türkiye adı, Türklerin yayılışlarına göre geniş ülkeleri hudutları içerisine dahil etmiştir. Buna mukabil, 10. yüzyıl İslam coğrafyacıları, Türk adını, Müslüman olmayan Türkler için kullanmayı tercih etmiştir. Bu manada, İslam hudutları dışında kalan ve Fârâb, hatta Talas’ın ötesinde bulunan memleketler için Türkistan adı Araplar tarafından kullanılmıştır. Bununla birlikte, Arap mütefekkiri Câhiz, Türkler arasındaki (Müslüman Türkler ve Müslümanlığa henüz geçmemiş Türkler) birlikteliğin varlığından etkilenmiştir. Kendisi, “Horasan lisanı ile Türk dili arasındaki fark, Mekke ve Medine lehçeleri arasında farka benzer” diyerek, Türk lisan birliğinin o dönemde oynadığı ‘yapıştırıcı’ rolün hakkını teslim etmiştir.

Neticede, asırlar boyunca din, kültür ve devirlerin değişmesi, Türklerin yaşadıkları coğrafyalarda da değişikliklerin meydana gelmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, Türklerin anayurdu Türkistan’ın hudutları da değişikliklere uğramıştır. Tarihi Türkistan havzasının batısında kuvvetli imparatorluklar (Selçuklular, Osmanlılar, Memluklular vb.) kuran Türk kavimleri arasındaki etkileşim, bazı dönemlerde gevşek bir yapıda da olsa hep devam etmiştir. 1789 Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan ulusçuluk akımları, Türk dünyasına oldukça geç nüfuz etmiştir. Türkistan bölgesindeki Türkler, Türk birliğini kurmak ve bağımsız devletler olarak yaşadıkları topraklarda hüküm sürmek için Rus ve Çin ordularına karşı amansız savaşlar vermiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bloklar arası Soğuk Savaş dengesinde, Türkistan bölgesinde Türk milliyetçiliğinin gelişimine sıcak bakmayan Stalin ve haleflerinin mezalimlerine rağmen, Türkler belirli ölçüde örf, anane, gelenek ve göreneklerini koruyabilmiştir. Benzer durum, Çin Hal Cumhuriyeti’nde var olma mücadelesi veren Uygur Türkleri için de geçerli olmuştur.

Türkistan’ın Coğrafi Sınırları

Günümüzde Türkistan kelimesi yerine Orta Asya benzeri Batı tarzı coğrafi isimlendirmeler, kültürel ve tarihi isimlendirmelerin yerine kullanılmaya çalışılmaktadır. Kanaatimizce, bu tür bir sadece coğrafya temelli isimlendirme, bazen bizim de farkında olmadan kullandığımız bir hatalı bir kullanım şeklidir. Doğrusu, binlerce yıldır kullanılageldiği şekliyle, Türkistan olmalıdır.

Türkistan; Batı Türkistan, Doğu Türkistan, Güney (Afgan) Türkistan ve İran Türkistan’ı olmak üzere dört kısma ayrılır:

Doğu Türkistan; bugün Çin’in kuzeydoğusunda, bu ülkenin sınırları içinde yer alan, bölgede yaşayanların çoğunluğu Uygur olması nedeniyle, Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak da adlandırılan kısımdır. Yaklaşık 1.8 milyon km² yüzölçümü olan, Türkiye’nin iki katından daha fazla bir büyüklüğe sahiptir. Kazakistan’dan sonraki en büyük Türk toprağıdır.

Batı Türkistan; Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan topraklarını içine alan, Türkistan’ın en büyük yüzölçümüne (yaklaşık 4 milyon km²) sahip olan bölgesidir. İdil (Volga) Nehri ağzından Hazar Denizi’ne, Ural dağlarından Güney Sibirya’ya kadar uzanan, doğuda Altay dağları ile güneyde Kopet Dağı, Bend-i Türkistan, Hindukuş ve Tanrı Dağları ile çevrili, çok geniş bir coğrafyadır.

Güney Türkistan; Afganistan’dadır. Bu ülkenin kuzeyinde yer alan, Bend-i Türkistan ve Hindukuş sıradağları önünden Ceyhun Vadisi’ne ve Batı Türkistan Çukureli’ne kadar uzanan sahayı kapsar. Önemli şehri Mezar-ı Şerif’tir.

İran Türkistan’ı; İran topraklarındadır. İran’ın Estarabad ve Deregiz vilâyetlerini içine alan bölgedir.

Sovyetlerin Yıkılışı ve Türkistan-Türkiye İlişkileri

Soğuk Savaş sonrasında, 1990’da Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte Sovyet sınırları dahilindeki özerk Türkî cumhuriyetler bağımsızlıklarını kazanmıştır. Ancak aynı durum Çin yönetimine bağlı günümüz Uyguristan’ı için geçerli olamamıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması, Türk dış politikası için yeni fırsatlar ve bir bakıma yeni riskler ortaya çıkarmıştır. Daha önce Türkiye’ye bir bakıma kapalı olan Türk Dünyasının kapıları bir anda ardına kadar açılmıştır.

Orta Asya’da ortaya çıkan Türkî cumhuriyetlerle birlikte Türkiye’nin de Türk dünyasına liderlik etmesi söz konusu olmuştur. Bu ülkelere kazanımlarını aktarması, uluslararası ilişkilerde bu genç ve tecrübesiz ülke yönetimlerinin yanında yer alması gibi hususlar gündeme gelmeye başlamıştır. Bunun neticesinde devletlerarası konjonktürde, bu çerçevede Türkiye’nin ağırlığı bir ölçüde artmış, Türkiye ve diğer akraba devlet ve toplulukları hesaba katan yeni denge arayışları söz konusu olmaya başlamıştır.

Bu dönemde gerek Türk karar alıcılarının gerekse uluslararası aktörlerin Türkiye ve Türk dünyası ile ilgili benzer yaklaşımları dillendirmiştir. Amerikalı devlet adamı Henry Kissinger, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar uzanan bir Türk dünyasından söz etmiştir. Aynı şekilde dönemin Cumhurbaşkanı Özal da “21. yüzyıl, Türk yüzyılı” olacaktır diyerek, beklentisini ifade etmiştir. Türkistan’ı, Türkiye’nin etkisini genişletecek ve Batı için stratejik önemini artıracak bir alan olarak görmüş, aynı zamanda Türkistan ve Kafkaslara açılım fırsatlarının doğru değerlendirilmesi halinde, bu durumun Türkiye’nin Avrupa ile yaşadığı güçlükleri dengeleyici bir yol olarak düşünmüştür. Atatürk’ten sonra, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında kaydedilen gelişmelerin de etkisiyle, Türkiye, bilinçli bir tercihle, kendi sınırları dışındaki Türk ve İslam toplumları ile yakınlık kurma teşebbüslerinden kaçınmıştır. 1990'larda Türk dış politikası, bir bakıma tekrar Türkiye’nin yüzünü doğuya çevirmiştir. Özellikle Rusların zamanında Türkiye ile yakın temasa dahi izin vermediği Türkistan’daki Türkî topluluklarla ilişkisini geliştirme arayışına girişmiştir.

Türkiye ile Sovyetlere bağlı özerk yapıdaki Türkî cumhuriyetler arasındaki temas, Sovyetlerin zayıflamaya başladığı dönemde, 1980’lı yılların ortalarında artmaya başlamıştır. Daha sonra bu cumhuriyetlerin bir bağımsız devlet olarak dünya sahnesinde kendilerine yer bulmaya başlamasıyla birlikte, Türkiye ile bu yeni Türkî Devletler arasında baş döndürücü bir temas trafiği yaşanmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanlarının öncülüğünde resmi ziyaretler yapılmış, iş adamları ve devlet bürokrasisinin bu yeni kurulan ülkelerle yakın temas içinde olması, siyasi destek sağlaması, elverişli ortam oluştuğunda ekonomik yatırımların bu ülkelerde gerçekleştirilmesi vb. teşvik edilmiştir.

Özellikle eğitim ve kültür alanında kısa süre içerisinde Türkiye ile Türki Devletler ve akraba toplulukları arasında yakın temas sağlanmış, önemli projelere birlikte imza atılmasının önü açılmıştır.

Bu kapsamda, Türkçenin birleştirici gücünden yararlanılmıştır. Geçmişten günümüze, Balkanlardan Çin’e kadar geniş bir coğrafi alanda yaşayan Türk toplumları, farklı devletler içinde, farklı konuşma biçimlerine sahip olmuş olsalar da nihayetinde bir dilin ‘türevlerini’ konuşmaya devam etmiştir. Dil bilimcileri tarafından Türkçenin köken birliği, 8’inci yüzyıldaki Orhun abidelerine dayandırılmaktadır.

Türk dilinden bahsettiğimizde, Kaşgarlı Mahmud’un meşhur sözlüğü Divânu Lûgâtit-Türk önem arz eder. Türkçenin Farsçadan aşağı kalmadığı gibi, kendine has pek çok güzelliği ve inceliği bulunduğunu örneklerle ortaya koyan Ali Şir Nevaî de Türkçenin birliği ve zenginliği konusundaki önemli kilometre taşlarından birisidir. Nevaî, ana dili yani Türkçeyi, yolu dikenler ve taşlarla dolu denizin dibindeki incilere benzetmiştir. Bu kapsamda, Türk dil birliğinin sağlanmasına yönelik yaptığı çalışmalarla adını duyuran, “dilde, işte, fikirde birlik” sloganını hayata geçirmeye çalışan İsmail Gaspıralı da öne çıkan bir Türk birliği aşığıdır. Yine, aslen Kazanlı olan, İdil-Ural, Türkistan ve Türkiye Türklüklerini çok iyi tanıyan Sadri Maksudî, aslında Türk dünyasının tek ve ortak bir Türk dilini kullandığını 1930’larda ortaya koymuştur.

Türki cumhuriyetlerin Sovyetlerden bağımsızlıklarını kazanması, Türk dünyası ve Türklük için bir kırılma noktası olarak görülebilir. Şimdi, gerçek bağımsızlık için, Türkî devletlerin sınırları dahilinde yaşayan akraba topluluklarının sahip olduğu ortak değerleri, yani dil, din, örf, adet, hayat tarzı gibi kendine has özelliklerine kazanılan bu özgürlüklerin yansıması olması icap eder. Bağımsızlığı oluşturan bu ortak özellikler içinde şüphesiz en önemlisi dil birliğidir, lisandır. Çok genel ifadeyle, dil, insan topluluklarını bir maksat etrafında toplayıp, aralarında ortak duygu ve düşünce birliğini oluşturarak, “millet” olma bilinci ve isteğinin gelişimine öncüllük eder. Herhangi bir ulus veya milletin bağımsızlığını kazanmasında, dil alanında sağlanan ilerlemelere bağlı olarak siyasal, sosyal ve ekonomik hayattaki bağımsızların kazanılabilmesi olası hale gelmektedir.

Türk devletlerinin kendi dillerini devlet dili olarak kabul etmesi, bağımsızlarının kazanılması yolunda atılmış en önemli adım olmuştur. Çeşitli kollara ayrılmış bulunan Türkçenin, bu devletler ve akraba toplulukları arasındaki iletişimi sağlayacak şekilde “ortak” zeminde buluşturulması gerekir. Bunun yolu da mümkün olduğunca eğitim alanında ve kültürel bağlamda ortak projelerin hayata geçirilmesinden, kendini Türk hissedenlerin her türlü iletişim vasıtasından istifade edilerek, bir araya getirilebilmesinin geçmektedir. Ortak sanat, ortak edebi eserler bunun kapısını açabilecek katalizör işlevi görür.

Türkiye’nin Türkî Devletler ile ilişkisi, karşılıklı egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde gelişmektedir. Türkiye, öncelikle, bir bakıma İsmail Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” şiarını kendisine meşgale edinmiştir. Söz konusu ülkelerle işbirliği arayışını bu yönde geliştirmeye çalışmıştır. Bu manada Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi, Türk Konseyi, Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TürkPA), Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (TÜRKSOY) ve Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı gibi hükümetler arası kuruluşlar, Türk Dünyasına yönelik önemli fonksiyonları yerine getirmek için oluşturulmuştur.

Ayrıca, son dönemlerde Türkî cumhuriyetlerin Kiril yerine Atatürk Türkiye’sinin harf inkılabına benzer bir yoldan geçerek, Latin alfabesini kullanmaya başlaması, Türk dünyasında olumlu gelişmelere kapı açabilecek bir potansiyele sahiptir. Ortak alfabe kullanımının, Türk dünyasına yönelik dil ve kültür birliğinin tesis etmesi açısından önemi büyüktür. 1926-1940 döneminde zaten Latin Alfabesi tecrübesi olan bu ülkelerin insanları, tekrar Latin Alfabesine geçebilecek altyapıya sahip olduklarını geçmişte başarıyla göstermiştir.

Türklüğün çimentosu olarak gördüğümüz Türk dilinin günümüzdeki yayılma alanları, Türk dilinin kollarını (lehçe, şive, ağız) dikkate aldığımızda ortaya çıkan yelpaze şu şekildedir:

Türkiye Türkçesi (genel), Gagauz Türkçesi (Moldovya, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan), Azerbaycan Türkçesi (Azerbaycan, Gürcistan ve İran), Türkmen Türkçesi (Türkmenistan, Horasan, Afganistan ve Pakistan), Özbek Türkçesi (Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan, Tacikistan ve Pakistan), Uygur Türkçesi (Doğu Türkistan ve Kazakistan), Kazak Türkçesi (Kazakistan, Moğolistan ve Doğu Türkistan), Karakalpak Türkçesi (Karakalpak/Özbekistan), Kırgız Türkçesi (Kırgızistan ve Doğu Türkistan), Kazan-Tatar Türkçesi (Tataristan), Başkurt Türkçesi (Başkurdistan), Nogay-Karaçay-Malkar-Kumuk Türkçeleri (Kuzey Kafkasya), Altay Türkçesi (Altay/Rusya bölgesi), Hakas-Abakan Türkçesi (Tuva/Rusya ve Kansu/Çin bölgelerinde), Tuva Türkçesi (Tuva-Rusya ve Moğolistan), Yakut Türkçesi (Yakutistan/Rusya), Çuvaş Türkçesi (Çuvaşistan/Rusya) ve Karay Türkçesi (Polonya ve Litvanya).

Türkistan coğrafyasını paylaşan Türki topluluklarla asgari dil birliği üzerinden ortak ülkü ve kültür birliğini tesis etme gayretlerine öncülük etmek, Türkiye’nin tarihsel açıdan olmazsa olmaz bir görevidir. Türkçe konuşan ülkelerle daha yakın işbirliği Türk dış politikasının öncelikleri arasında olması gerekir. Ancak, daha yakın işbirliği ve kültürel birlik kurulmasını savunma noktasında, ırkçılık temelli pan-Turanizm veya pan-Türkizm oluşumları, hem Türkiye’nin hem temas kurulan Türkistan’daki devletlerin iç yapılarını bozan, bölge ülkelerindeki etnik bölünmüşlüğü hızlandırıcı bir etki yapabilir. Kaldı ki, dahili istikrarsızlık ve iç problemlere batmış zayıf bir Türkiye, Türkistan’a yönelik tutarlı bir politika sürdürme gücüne sahip olamaz.

Bu nedenle, Türkistan eksenindeki açılımlarda, her zaman Atatürk milliyetçiliği dinamiklerine ve gerçeklerine uygun hareket edilmesinde fayda görüyoruz. Türk-Osmanlı sentezini bölgeye aşılamasına, Türkiye merkezli çeşitli oluşumlara bağlı eğitim kurumlarının Türk dış politikasının kontrolü dışına çıkmasına, hatta Türk resmi politikalarından bile büyük bir etkinliğe ulaşmasına müsaade edilmemelidir. Temel felsefi yaklaşım; “Türkiye için zararlı olan, Türkistan için de zararlıdır” olmalıdır.

Yakın Dönem Türk Dış Politikasının Türkistan Açmazı

Türkistan’la Türkiye’yi bir araya getirecek, Avrupa Birliği tarzı bir “Türk Birliği” oluşturmak, Özal’ın ekonomi ağırlıklı vizyonunun bir parçası olarak düşünülmüştür ancak günümüze kadar hayat bulması, çeşitli nedenlerle mümkün olamamıştır. Bu konuda Türkiye de ciddi çalışmalara ve projelere öncülük edememiştir. Bununla birlikte, enerji alanında ekonomik işbirliği yaparak ülkelerin birbirine bağlanmasını amaçlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın başarıyla tamamlanması, benzer açılımları düşünenlerin önünü açmıştır. Yine kültürel zenginliğimizin karşılıklı paylaşılması adına TRT Türk kanalının “Türk dünyasının ortak televizyonuna” dönüştürülmesi de TRT Avaz olarak gerçekleştirilmiş olması, oldukça faydalı olmuştur. TÜRKSOY bağlantıları ve iletişim kanalları da oldukça önemlidir. Böylelikle Türk Dili Konuşan Ülkeler arasında çeşitli alanlarda etkinlikler ve festivaller düzenlenmiş, ortak Türk kültür ve sanatımız ile tarihsel mirasımızı yansıtan ve geliştiren program ve projeler gerçekleştirilmiştir.

11 Eylül sonrasında ABD’nin Afganistan konuşlu terör karşıtı savaş Türkistan dahil Avrasya’nın jeostratejisini yeniden biçimlendirmiştir. Aynı dönemlerde Putin Rusya’sı; tekrar küresel güç mücadelesinde, Soğuk Savaş yıllarındaki gibi olmasa da, nüfuzlu ve etkin bir oyuncu olarak geri dönüş yapmıştır. Rusya faktörü, Türkistan ve Türkî Cumhuriyetlerin “bağımsız hareket kabiliyetini” kısıtlayıcı bir rol oynamış, Türkiye ile ilişkilerini etkilemiştir. Ayrıca, Rusya Federasyonu ile Türkiye’nin artan enerji ve endüstri bağlamındaki ilişkileri, turizm bağlamında karşılıklı seyahatlerin artması, Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya çerçevesinde gelişen-değişen dengeler ile 15 Temmuz öncesi ve sonrasındaki iç ve dış güvenlik eksenli stratejik ilişkiler (savunma sanayii dahil) de Türkiye’nin Türkistan’la işbirliği alanlarında daha kontrollü gitmesini zorunlu hale getirmiştir.

ABD ile Türkiye arasında, özellikle Kafkaslar ve Türkistan bağlamında 1990’larda oluşturulan “stratejik işbirliği”, Türkiye açısından beklenen sonuçları doğurmamıştır. Hatta, çoğu durumda, Türkiye’nin hem bölge ülkeleriyle ilişkileri hem de kendi dış politika açılımlarının başarısı yönüyle sınırlayıcı bir etkisi olmuştur. Karadeniz’de, Çeçenistan’da, Gürcistan’da ve Ukrayna’da ABD’nin müttefiki olmak, Rusya Federasyonu ile Türkiye’nin ikili ilişkisini zaman zaman germiş, bazı dönemlerde belirli oranda bozulmasına neden olmuştur.

Aynı durum, şimdi Afganistan merkezli Türkistan politikalarında da geçerlidir diyebiliriz. Her ne kadar Türkiye ile bölge ülkeleri arasında bu durum gerginlik artırıcı bir etken olmasa da, Türkiye’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi dahil Türkistan’a yönelik yeni açılımları hayata geçirmesini kısıtlayıcı ve aktif bir politika izleme gücünü azaltıcı artçılara yol açacağını söylemek durumundayız.

Türkiye’nin Türkistan’a ve çevresindeki ülkelere yönelik dış politikasında; coğrafi temelli jeopolitik, ortak tarihsel miras temelli jeokültürel ve başta ortak dil olmak üzere demografi ve ekonomik faktörlere dayalı jeoekonomik açılım gayretleri inişli-çıkışlı devam etmektedir. Bir bakıma ikinci planda kalan jeokültürel ve jeoekonomik çabaların başarısı, jeopolitik dengelere bağımlı hale gelmiştir. Türkistan coğrafyasının etnik kökenleri dikkate almadan belirlenen “kırılgan” yapısı, Fergana vadisi merkezli etnik ve dini çatışmaları tetikleyici bir faktördür. Bu durum, demografik olarak zayıf sayılabilecek bir nüfus yapısı ölçeğinden bakıldığında, geniş Türkistan coğrafyasında Türklerin “hâkim millet” olmasına ket vurmaktadır. Devlet temelli birliktelik, etnik temelli birlikteliğin inşasına engeldir. Ülke sınırlarını olması gerektiği gibi yapmaya yönelik düzeltici her teşebbüs, yeni kırılmaları beraberinde getireceğinden, böyle bir iradenin ortaya konması da yakın dönemde olası gözükmemektedir. Zamanlama yönüyle şartlar henüz oluşmadığı gibi, siyaseten de bu tür bir felsefi bakışı günümüz dünyasında tartışmaya açmak, Türk birliği inşa gayretlerini devre dışı bırakabilir.

Türk dünyası devletlerinin politikalarına etki etme kapasitesi yüksek olan büyük devletlerin, yani Rusya Federasyonu, Çin ve ABD’nin bölge eksenli küresel politikalarının, bir “Türk Birliği kurulmasına ne derece müsaade edebilir?” sorusunun cevabı belirsizdir. Küresel güçlerin satranç tahtası olduğu veya büyük oyunun sahne aldığı Türkistan coğrafyası ve burada yaşayan Türkî devlet ve toplumlar, kendi başlarına bırakılamayacak kadar değerli bir kalpgâhı mesken edinmiş durumdadır. Türkiye’nin dış politika birikimi, bu genç devletlerin küresel oyuncular karşısında kendi yollarını daha iyi çizmelerine yardımcı olabilir.

Gündemdeki Afganistan konusunun çözümlenmesi, Türkistan’ın geleceği ve etnik bütünlüğüne giden yolun doğru taşlarla döşenmesi adına, önemli fırsat ve riskleri davet ettiğini düşünüyoruz. 31 Ağustos 2021 itibariyle Afganistan’dan fiili olarak çekilen ABD’nin bıraktığı boşluğu Çin’in doldurmaya en kuvvetli aday olduğunu görüyoruz. Türkiye için de bir oynama alanı açılmak üzeredir. Çin ile ikili boyutta, Afganistan özelinde, Türkiye’nin işbirliğine gitmesi olasılığı yükselmiştir. Ancak hem Türkistan’ı hem de Türkiye’yi sınırlayıcı riskleri barındıran bir Çin-Türkiye bölgesel ilişkisi söz konusu olabilir. Geçmişte ABD ile ortak hareket eden Türkiye, iki ülke arasında sözde var olan stratejik birlikteliğinin zararlarını “görmüştür”. Aynı duruma düşmemek için, Çin çıkarlarına hizmet etmeyen, mümkünse doğrudan Afgan hükümeti ile teması çok boyutlu ve derinlikli götürebilen bir Türk dış politikası izlenmelidir. Bu manada sağlanacak başarı; gelecekte Türkistan bağlamındaki olası yeni açılımlarda, gerektiğinde Çin’in karşısında Türkiye’nin “koruyucu” olmasını ve dolayısıyla kendi hak ve menfaatlerine uyan özgün bir role soyunmasına fırsat tanıyabilir.

Üstelik bu tür milli bir duruş, Çin’in payandası durumuna düşmekten Türkiye’yi kurtarabilir. Uygur Türklerinden kopuşu tetikleyici bir durumla karşı karşıya kalınmasının önüne geçilmesini, Türk dış politikasının daha aktif bir şekilde Türkistan meselelerine ağırlık vermesini sağlayabilir.

Türkiye; bugüne kadar Doğu Türkistan meselesinde, Çin’e karşı kendisini zor duruma sokmamak için, açıktan Uygur Türklerinin yanında gözüken bir yaklaşım sergilemekten uzak durmuştur. Uygur Türkleri penceresinden bakıldığında, Türkiye’nin bu “uzak” siyaseti üzüntü vericidir. Oysaki, ABD ve İngiltere liderliğindeki Batı Bloku’nun, “Doğu Türkistan” bağlamında Çin’i insan hakları ihlalleri noktasında sıkıştırma politikası; Çin’i çevreleme politikasıyla birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’yi de içine çeken fay hatları üzerinde seyretmektedir. Türkistan coğrafyasını ve Türk dünyasını, küresel jeopolitik çekişmelerden uzak tutabilmek bile Türk dış politikasını aşan bir seyir izlemektedir.

Bu yönüyle, sebebi ne olursa olsun, Türkistan halklarının yanında yer al(a)mayan bir Türkiye’nin, Türk Dünyasında ve yakın dönemde Afganistan’da, dolayısıyla Batı dünyasında ne kadar ağırlığı olabilecektir?

Bu yazımızda faydalandığımız kaynaklar:

Aka İ., Kopraman K.Y. (1976). Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları, 1. Seri No.8, İstanbul.

Hassan Ü. vd. (1990). Türkiye Tarihi, Osmanlı Devleti’ne Kadar Türkler, Cem Yayınevi, İstanbul.

Hanayi Ö. (2021). “Çin’in Enerji Sektöründe Doğu Türkistan’ın Önemi”, Akhmet Yassawi University Eurasian Research Institute, <https://www.eurasian-research.org/publication/cinin-enerji-sektorunde-dogu-turkistanin-onemi/?lang=tr>, s.e.t.8.9.2021.

Karasar H.A. (2012). Türkiye’nin Orta Asya Politikası 2011, içinde: Duran B. vd. (2012). Türk Dış Politikası Yıllığı, SETA, 1. Baskı, Ankara.

Larrabee F.S., Lesser I.O. (2004). Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, Çev. Yıldırım M. Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Toprak Z. (2021). Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, İstanbul.

Turan O. (1995). Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi yayınları, 8. Baskı, İstanbul.

Yalçın E.S. (2010). Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Kaynakları, Berikan yayınevi, 4. Baskı, Ankara.

Yalçınkaya F., “Türkiye ve Orta Asya Devletleri Arasındaki Siyasi ve Diplomatik İlişkiler”, içinde Türk F. (2013). Türk Dış Politikasında Orta Asya ve Ortadoğu, 1990’lardan Günümüze, Paradigma Akademi Yayınları, Edirne.

Yaman E. (2015). Gaspıralı İsmail ve Türkçede Birlik, Akçağ yayınları, Ankara.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 19.10.2021
  • Süre : 5 dk
  • 1733 kez okundu

Google Ads