Kıbrıs Dosyası: Barış ve Özgürlüğün 50.Yılında İktisat ve Atatürk İlkeleri Açısından Kıbrıs Üzerine Notlar
Kıbrıs’ı tartışırken, konular arasında geçişler yapmaya biraz Osmanlı İktisat Tarihine, biraz Cumhuriyet tarihine,biraz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve Aydınlanma Devrimlerine, biraz bugüne, biraz dünya ve Doğu Akdeniz jeopolitiğine göz atıp bazı başlıkları hatırlamaya ihtiyaç var ve elbette barış ve özgürlüğü konuşuyorsak bu kavramlara da değinmek gerekiyor.
Barış ve özgürlüğün 50’inci yılında Kıbrıs’ı konuşup tartışacaksak, farklı pencerelerden bazı başlıklara göz atmakta yarar var.
Kıbrıs’ı tartışırken, konular arasında geçişler yapmaya biraz Osmanlı İktisat Tarihine, biraz Cumhuriyet tarihine,biraz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve Aydınlanma Devrimlerine, biraz bugüne, biraz dünya ve Doğu Akdeniz jeopolitiğine göz atıp bazı başlıkları hatırlamaya ihtiyaç var ve elbette barış ve özgürlüğü konuşuyorsak bu kavramlara da değinmek gerekiyor.
Osmanlı Kıbrıs’tan Nasıl Vazgeçti?
Birinci Dünya Savaşının çıkış nedenleri arasında, Almanya’nın sanayi üretiminde İngiltere’yi geçmesi, Almanya’nın İstanbul Bağdat Demiryolu Projesi, Almanya’nın deniz aşırı emperyalizme dahil olması ve 1895 yılında, İngiltere’den sonra dünyanın en büyük ikinci donanmasını kurma projesini hayata geçirmesi etkiliydi.
Osmanlı’da donanmanın geri kalmasının detaylarına burada girmeyelim. Kısaca özetleyelim. Denizciliği besleyen ana kaynak, coğrafya, astronomi, matematik başta olmak üzere bilimdir. Osmanlı’da yobazlar ve din uleması, 1583 yılında meydana gelen veba salgını ve depremin nedeni olarak Tophane’deki Rasathaneyi sorumlu tuttular. Şeyhülislam’ın fetvasıyla donanmanın ve bilimin itici gücü olan Tophane Rasathanesi yine donanma tarafından topa tutularak yok edildi. O tarihten sonra Osmanlı’da donanma bir türlü iflah olmadı. Abdülmecit ve Abdülaziz döneminde donanmaya büyük yatırım yapılmış olsa da, bilimi terk eden sanayi devrimini ıskalayan bir ülkede yetişmiş insan gücü eksikliği nedeniyle o donanma elbette başarılı olamazdı.
Gemilerin bakımı tutumu yapılamıyor, en basit navigasyon hataları nedeniyle gemiler denizde kayboluyordu. Her ne kadar Osmanlı denizcileri rakip ülkelerin denizcilerine göre daha az eğitimli olsalar bile Osmanlı içinde karacı paşalardan daha yaratıcı idiler. Karacılar için de hatta padişah için de tehdit olarak görülüyorlardı.
Denizcilerin darbe yapmasından korkan Abdülhamit Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etti. Osmanlı 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyıla donanmasız girdi. Günümüzde de, yobazların ve siyasal İslamın denizci korkusunu, 2010 yılında tezgahlanan kumpas Balyoz Davası ile not düşelim.
Deniz gücü ve donanma oluşturmak, devletlerarasında savaş nedeni olacak kadar önemliyken, II.Abdülhamit döneminde Osmanlı Donanmasının Haliç’te çürümeye terk edilmesi 1878’te Kıbrıs’ın verilmesinden 1912’de Ege adalarının kaybedilmesine ve Orta Doğu Mısır, Libya’daki toprak kayıplarına kadar birçok yenilginin nedenleri arasında sayılmalıdır.
Ayastafenos Antlaşması (1878)’nı gösteren bir gravür.
II.Abdülhamit döneminde, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 tarihlerindeki Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Rus ordusu Balkanlarda büyük üstünlük sağlamış, Rus Ordusu o zamanki adı Ayastefanos olan Yeşilköy’e kadar gelmişti. Başkent İstanbul’un kurtarılması için 3 Mart 1878 tarihinde Ayestefanos Anlaşması ile Osmanlı çok ağır şartlarla karşı karşıya kaldı. Balkanlar’da Bulgaristan Prensliği kurulması ve hem Balkanlarda hem de Doğu Anadolu’da (Kars Ardahan, Artvin, Batum) gibi toprak kayıpları yaşandı. Üzerine de Osmanlı nakit olarak 300 milyon Ruble Savaş tazminatı ödeyecekti.
Bu ağır şartlar Osmanlı Devletinin Ruslar tarafından yutulması anlamına geliyordu. Osmanlı’nın tek başına Ruslar tarafından yutulması, Rusların sıcak denizlere Akdeniz’e inmesini
beraberinde getirecekti. Bütün bunlar da, deniz aşırı İngiliz Emperyalizmi için tehdit oluşturuyordu.
Önce Yahudi bankerler devreye girdi. Filistin topraklarının satılması karşılığında Ruslara savaş tazminatının ödeneceğini söylediler. Abdülhamit Filistin’i vermedi. Devreye İngilizler girdi, 5 Haziran 1878 tarihinde Berlin’de yapılan gizli bir anlaşma ile İngilizler Rusya’ya baskı yapıp Osmanlı’ya destek vereceklerdi. Karşılığında da, Osmanlı egemenliği devam edecek ama Kıbrıs İngilizlere kiralanacaktı. İngilizler adayı Osmanlı Padişahı adına yönetecekti. Bu anlaşmaya dayanarak İngilizler yaklaşık bir ay sonra 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’ı işgal etti.
İngilizlerin baskısı ile 300 milyon rublelik savaş tazminatı 50 milyon rubleye indi ama Osmanlı borç batağı içinde idi. Osmanlı Avrupalı bankerlere ve ülkelere olan borçlarını ödeyemiyordu. Sonuçta 1875 yılında moratoryum ilan edildi, 1881 yılında da Osmanlı’da vergi toplanması ve Osmanlı Maliyesi Avrupalı ülkelerin oluşturduğu Duyunu Umumiye İdaresine bırakılmıştı. II.Abdülhamit’in Duyunu Umumiye Borçlarını, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1954 yılına kadar ödemeye devam etti.
Barış ve Özgürlük Üzerine:
Yazının girişinde konudan konuya geçeceğimizi belirtmiştik. İktisat tarihi ve denizcilik perspektifinden sonra Kıbrıs Barış Harekâtının 50’inci yılında Barış ve Özgürlük kavramlarına bakalım. Barış ve özgürlük çok değerli kavramlardır. Ancak ne yazık ki, bu iki kavramın değeri savaşlarla, esaretle vahşi sömürü düzeninin acımasız çarkları arasında anlaşılabiliyor ancak…
Ve barışı korumak sadece iyi niyetlerle değil, bağımsızlığı koruyabilecek güçlü ekonomi, güçlü orduyla ve bu iki gücü arkasına alan, gerektiğinde savaşmaktan kaçınmayan ama barışı önceleyen diplomasi ile mümkün olabiliyor.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklal Savaşını kazandıktan sonra daha Cumhuriyet kurulmadan önce İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresinde söylediği gibi ekonomik bağımsızlık, temel politika olarak belirlenmişti.
Gazi Mustafa Kemal, kongre açış konuşmasında, ekonomik bağımsızlık olmadan kazanılan askeri zaferlerin kalıcı olamayacağının altını çiziyordu. Dış politikada “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” temel politikaydı. Ama öte yandan gerektiğinde savaştan kaçınmamanın barış için gerekli olduğunu gösteren çok sert bir diplomatik tavrı her zaman saklı tuttu.
Barış için bağımsız ekonomi, siyasallaşmamış güçlü ve moralli bir ordu ve bu iki gücü arkasına alan ülkenin çıkarlarını koruyan bir diplomasi…
Unutulmamalıdır ki, ekonomik bağımsızlığı yara almış dış borç batağına saplanmış, moral olarak çökertilmiş, siyasallaşmış bir ordu, dejenere edilmiş diplomasi kadroları ve elbette bunlara yön veren siyasal iktidar ülke çıkarını değil emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket eder.
Özgürlükler ve Aydınlanma Devrimleri:
Barış ve dış dünyaya karşı özgürlük için ekonomi, ordu ve diplomasi üçlemesine değindik. Ama içeride de özgürlük çok önemli. İçeride özgürlüğü koruyabilmek için ise güçlü bir demokrasi ve güçlü bir hukuk düzeni gerekiyor.
Günümüz Türkiye’sine baktığımızda, güçlü bir demokrasi de güçlü bir hukuk düzeni de yok. Gücü ele geçiren Atatürk karşıtları tarafından var olan tüm demokratik kurumlar yok edildi. Devletin kuruluş felsefesinden tamamen uzaklaşıldı. Demokratik laik bir ulus devletten söz etmek mümkün değil. Ulus (millet) kavramı üstelik kendilerine “milliyetçiyim” diyen kesimlerin de desteği ile birlikte çökertildi, yerine ümmet kavramı yerleştiriliyor. Yargı, eğitim, sağlık sistemleri başta olmak üzere devlet tüm kurum ve kurumlarıyla büyük bir çürüme ve çöküş içinde. Son olarak Anayasayı da, Anayasa Mahkemesini de dikkate alan siyasi otorite kalmadı.
Buradan şunu anlamalıyız. Güçlü demokrasi ve güçlü hukuk sistemi için iyi yazılmış anayasa metinleri ve kanunlar yeterli olmuyor. Yeri gelmişken, sözüm ona Anayasayı koruduğunu iddia eden ordudan da kısaca söz etmeden olmaz. Önce 1971, ardından 1980 darbeleri ile Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin üzerinden adeta “silindir” gibi geçen, özellikle 1980 darbesi ile milli eğitimde, Atatürk’ün ilke ve devrimlerini
Türk - İslam sentezi adı altında devletin resmi ideolojisine dönüştüren ordunun, bugün emperyalizmin kurgusu olan Siyasal İslam’a teslim oluşunu da ibretle not etmek gerekiyor.
Demokrasinin ve hukuk düzenin en güçlü teminatı,Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerinin toplumun tüm kesimlerinde devamını sağlanması olacaktı. Aydınlanma Devrimlerinin en önemli ayağı, devlet yapısının padişahlık sisteminden cumhuriyete, toplum yapısının da ümmetten millete, padişah kulluğundan cumhuriyetin özgür bireylerine dönüşmesini sağlamaktı.
Padişah kulluğundan, cumhuriyetin özgür bireyine dönüşmek şu demektir:
“Verilene razı olan değil, hak talep eden toplum…”
Bunun için de kent ve kasabalarda başlayan Aydınlanma Devrimlerinin toplumun yüzde 85’inin yaşadığı kırsal kesime köylüye, çiftçiye anlatılması gerekiyordu.
1945’te toprak reformunun engellenmesi, 1947’de de Köy Enstitülerini işlevsizleştirilmesi, 1952 yılında kapatılması, Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerine yapılmış en büyük karşı devrimdir. İhanetin sınıfsal ve siyasal adresi, toprak ağaları tüccar sınıfı ve din adamlarından oluşan ulemadır. O tarihlerde tek parti olan CHP’de etkinliği sağlamışlar, daha sonra bir kısmı Demokrat Parti’yi kurmuş, bir kısmı CHP içinde kalmıştır.
Bugün yaşadığımız hemen hemen tüm sorunların kök nedeni Aydınlanma Devrimlerinin toplumun tüm kesimlerine aktarılamamasıdır. Bir devrim, kültür devrimi ile birlikte desteklenmediği sürece, karşı devrime mağlup olmaya mahkûmdur. O nedenle bugün bizlerin birinci görevi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İlke ve Devrimlerini her platformda hayata geçirmeye çalışmaktır.
Bugün Türkiye, dünya özgürlükler, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti kategorilerinde dünya sıralamasında en gerilere düştüyse kök nedeni budur.
Ekonomisi bağımsızlığını yitirmiş, dış borç batağına saplanmış, içeride özgürlük ortamı ve demokrasi kültürünü kaybetmiş bir toplumun bağımsızlığından söz etmek anlamsızdır. Ve yine aynı gerekçeyle böyle bir toplumda, emperyalizme karşı barış ve özgürlükleri sağlamak da güçleşir.
Truman Doktrini, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi ve Kıbrıs:
12 Temmuz 1947 tarihli Türkiye-ABD Yardım Antlaşması’nın haberi.
Tekrar 2. Dünya Savaşı sonrasına ve emperyalizme teslim olma dönemine gelelim. Türkiye yine aynı dönemde 1947 sonrasında İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin Avrupa’da etkinliğini artırmak için geliştirdiği Truman Doktrini ve Marshall Planına ABD’nin iki kere geri çevirmesine rağmen adeta yalvara yalvara dahil olmuştur. Bu Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme teslim olduğu dönemdir. Ayrı bir not olarak belirtelim. 1929-1947 arasında Türkiye hiçbir zaman dış ticaret açığı vermedi. Dış ticaret fazlası vardı ve Truman Doktrini ve Marshall Planına ihtiyacı yoktu. Stalin’in toprak talebi karşısında denize düşen yılana sarılır misali ABD emperyalizminden medet umdu. Stalin’in ölümünden sonra (1953), Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletler nezdinde Türkiye’den toprak talebinden vazgeçtiğini ilan etti ama iş işten geçmişti. Türkiye, ABD emperyalizminin trenine binmiş sadece askeri olarak bağlanmakla kalmamış, ekonomik olarak da kendi kaynakları ile sanayileşme modelinden vazgeçmişti.
Truman Doktrinin Kıbrıs için ayrı ama dramatik bir tarafı daha vardır. Türkiye için çaresizliğin göstergesidir. Truman Doktrini çerçevesinde yapılan anlaşmalar sonucunda Türkiye, kendisine ABD tarafından verilen silahları başka hiçbir yerde kullanamaz. Nitekim hatırlanacaktır. 1968’te İsmet İnönü Kıbrıs’ta Rumların katliamına karşı harekâta karar vermiş, gemiler kalkmış, ancak ünlü Johnson Mektubu ile gemiler geri dönmüştür. Çünkü Türkiye, ABD izin vermedikçe o silahları başka bir yerde kullanamakla sınırlandırılmıştır. 1974 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in Garantör Devlet sıfatı ile Kıbrıs’a müdahalesi esnasında da aynı anlaşmalar geçerliydi ama Ecevit dinlemedi, harekât gerçekleşti.
Sonucunda Kıbrıs’ta Türklerin can güvenliği sağlandı, Barış ve Özgürlük geldi. Elbette Truman Doktrinine rağmen yapılan askeri müdahale için ABD emperyalizmi misillemede bulunacaktı. 1973 yılında (Kıbrıs Harekatı öncesi) meydana gelen petrol şoku bütün dünyada bir enflasyon dalgasına neden oldu. Uygulanan ABD ambargosu sonucunda yaşanan döviz darboğazı ile enflasyonun etkisi dünya etkisinden daha yüksek gerçekleşti. Ambargo nedeniyle ithal edilemeyen ara girdilere bağlı olarak üretim azaldı, mal kıtlığını fırsat bilen tüccarların stokçu davranışlarıyla bir çok üründe kuyruklar oluştu. Bu dönemde “Milli Burjuva” diye geçinen büyük yerli sermaye de stokçuluğa soyunmuş, sınıfta kaldı. Kıbrıs ve haşhaş ekimi nedeniyle uygulanan Amerikan ambargosunun Türk ekonomisine ağır bir bedeli olmuştur. Bu süreçte milli burjuva diye tanımlanan sermayenin tavrı bir kenara not edilmelidir.
Türkiye, Amerikan ambargosuna misilleme olarak Amerikan üslerini kullanıma kapattı, 1974
Bugüne Kısa Bir Bakış:
Akdeniz haritasına ve Doğu Akdeniz’in jeopolitiğine bakınca Kıbrıs’ın önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Uzun uzadıya Kıbrıs’ın jeopolitik önemini burada anlatma gereğini duymuyorum. Bu konuda özellikle denizci subaylarımızın ve uzmanların çok değerli çalışmaları bulunuyor. Özellikle Emekli Amiral Cem Gürdeniz’in çalışmaları bu konuda oldukça yararlı.
Benim bu konuda ekleyebileceğim tek bir şey var. Gerek Türkiye’nin gerek Kıbrıs’ın bekası ve Türk varlığı için Kıbrıs asla taviz verilemez bir konumdadır.
Türkiye ve Kıbrıs BOP Projesinin hedefindedir. Türkiye, Batı’da Yunanistan sınırında Dedeağaç’tan başlayıp silahlandırılan Ege Adaları ve nihayetinde de Güney Kıbrıs’taki ABD üsleri ile batıdan güneye doğru kuşatılmış durumdadır.
Kıbrıs, emperyalist ülkeler için masrafsız devasa bir uçak gemisi filosu değerindedir ve ABD’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile olan ilişkileri bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu duruma karşı, Türkiye’nin süratle Kıbrıs’ta büyük çaplı deniz, hava ve kara gücü barındıran askeri üs kurma zorunluluğu vardır.
Doğu Akdeniz, deniz dibi enerji kaynaklarıyla, deniz ticaret yolları ile Türkiye için çok önemli bölge ve bu bölgede Türkiye’nin çıkarları ile ABD-AB çıkarları çelişiyor. Emekli Amiral Cem Gürdeniz’in ve Prof. Dr. Barış Doster’e yaptığı değerlendirmeyle yazıyı tamamlayalım:
“Asıl olan jeopolitiktir, enerji mücadelesi ikinci plandadır. Zira bulunduğumuz alan; enerji jeopolitiğini, kenar kuşak jeopolitiğini ve İsrail’in güvenlik jeopolitiğini ilgilendiriyor. Doğu Akdeniz ve genelde Akdeniz, 21. Yüzyıl Türk jeopolitiğinin asli damarıdır. Bu denizden bizim soyutlanmamız düşünülemez. Ancak Türkiye, Doğu Akdeniz’de vazgeçilmez çıkarlarına karşı, büyük bir meydan okuma zinciri ile karşı karşıya. Bu meydan okumaları şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, Türkiye’nin güneyinde, denize çıkışı olan bir kukla Kürdistan’ın kurulması.
İkincisi, KKTC’deki kolordumuzun geri çekilip güvenlik garantilerinin ve son tahlilde KKTC’nin varlığının sona erdirilmesi, dolayısıyla Türkiye’nin güneyden kuşatılması. Üçüncüsü ve en önemlisi, “Mavi Vatan” dediğimiz, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığında, Münhasır Ekonomik Bölgede (MEB) hakkı olan 150 bin kilometrekare alanın gasp edilip Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan’a verilmesi.”
Bugün üzücüdür ki, ekonomide borç batağına saplanan Türkiye, fabrikalarını, topraklarını yabancılara satıyor. Ama daha da önemlisi, ekonomik, siyasi ve askeri bağımsızlığını kaybeden Türkiye, BOP projesi kapsamında bugünkü iktidar döneminde jeopolitiğini satma noktasına doğru sürüklenmektedir. Türkiye ve Kıbrıs’a yönelik en büyük tehdit jeopolitiğin satılabilir hale gelmesidir.Bu durumdan çıkış yolu vardır. O çıkış yolu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleri çizgisinde güçlü bir siyasal program yürütmekten geçer.
Not: Bu yazı ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun yayın organı Kemalist Kıbrıs Dergisi'nin 6. Sayısı : "Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50.yılı" sayısı için kaleme alınmıştır.