Site İçi Arama

tarih

Kıbrıs Dosyası: Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50’inci Yılı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin 41'inci Yıl Dönümünde Kıbrıs Davasına Adanmış Bir Ömür Rauf Denktaş…

KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın gerekirse bütün dünyayı karşısına alabilecek kadar güçlü olan siyasi kişiliği, üstün diplomasi becerisi, cesareti ve Kıbrıs davasına inancı çok önemli ve değerliydi.

Pax Cypria

Pax Romana'dan, yani Roma İmparatorluğu'nun uzun soluklu barış dönemi için kullanılmış olmasından esinlenirsek, Türk askerinin Kıbrıs'a ayak bastığı 20 Temmuz 1974'ten buyana geçen yarım asır için bu terimi kullanabiliriz. Barış Harekatı'ndan sonra Kıbrıs Türklerinin güvenliğini ön planda tutan adil ve kalıcı bir anlaşmaya varılamadı.

Türkler ve Rumlar da dahil olmak üzere bütün tarafların üzerinde anlaştığı bir çözüm ortaya çıkmadı.

Bunun temelinde Rum-Yunan ikilisinin uzlaşmaz tutumu ve Ada'yı Yunanistan'a bağlama hayallerinden bir türlü vazgeçmemiş olması yatıyor. Bir barış antlaşması imzalanamadı ama Türkiye'nin 1974'teki askeri müdahalesiyle Ada'ya fiilen barış ve istikrar geldi.

Aradan geçen yıllarda iki toplum hem fiziksel hem de zihinsel olarak birbirinden uzaklaşmış olsa da o günden bugüne ne Türklerin ne de Rumların kanı aktı. 

Rumların taşkınlıkları nedeniyle yaşanan birkaç talihsiz olay dışında tabiri caiz ise kimsenin burnu bile kanamadı.

Dünyanın en sıkıntılı bölgesinde Pax Cypria'nın 50 yıldır kesintisiz sürmesi, büyük ölçüde Türkiye'nin uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hakkından taviz vermemesi, askerini Kıbrıs'tan çekmemesi yani Kıbrıs Türklerinin güvencesi olmayı sürdürmesi ile açıklanabilir.

Ama bunda KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın gerekirse bütün dünyayı karşısına alabilecek kadar güçlü olan siyasi kişiliği, üstün diplomasi becerisi, cesareti ve davasına inancı çok daha fazla etkili oldu.

Değişen Kıbrıs Politikası "Ver Kıbrıs'ı Gir AB'ye”

Barış Harekatı'ndan sonra iktidara hangi hükümet gelirse gelsin, Türkiye'nin geleneksel Kıbrıs politikasına dokunmadı. Bütün siyasi partiler, Kıbrıs'ı bir "milli dava" olarak göre-geldi.

Ancak yeni bin yılla beraber dünya üzerindeki siyasi ve stratejik dengelerle birlikte rüzgarın yönü de değişti. 2001 yılında İkiz Kulelere yapılan terör saldırısı sonrasında ABD'nin bütün dikkatini Ortadoğu özelinde Avrasya'ya çevirmiş olması, küresel dengeleri sarstı. Bundan Doğu Akdeniz ve Kıbrıs da nasibini aldı. Ortaya çıkan yeni siyasi iklimle KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Türkiye ve Yunanistan’da farklı siyasi anlayışlar iktidara geldi, yeni bir dönemin kapıları açıldı.

2000'lerin sonuna doğru Türkiye'de siyasal İslamcılar giderek güç kazanmaya ve iktidar talep etmeye başlamışlardı. Bu nedenle politik fay hatları belirginleşmiş, Türkiye Atlantik'in diğer yakasından empoze edilen kimlik siyasetinin sarmalına düşmüştü.

2002'de AKP'nin yönetimini eline almasıyla, zaman yitirmeden pragmatizmle harmanladığı ideolojik dış politikasını uygulamaya koydu. Bunun, Kıbrıs'a ilişkin gelişmelerin seyrini etkilemesi kaçınılmazdı.

AKP'nin Kıbrıs’a önceki iktidarlardan farklı yaklaşması ve Batılı ülkelerin "çözüm" için ısrarcı tutumu, KKTC'nin iç politikasına da yansıdı.

AKP'nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra yapılan KKTC seçimlerinden CTP-Birleşik Güçler ortaklığı birinci olarak çıktı. Oyların 35.17’sini almış, sağın en güçlü partisi UBP’nin önüne geçmişti. O güne kadar UBP, Kıbrıs davasının sembolüydü ve siyaseten dokunulmazlığı vardı. CTP-BG'nin başarısında AKP'nin payı büyüktü. 

Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıs'ta Denktaş'ın temsil ettiği statükoyu yıkmak, Kıbrıs konusunu araçsallaştırıp AB'ye üyelik sürecinde kullanmak istiyordu. Ama daha önemlisi, AKP ile birlikte Kıbrıs sorununun Türkiye'de iç politika konusu haline gelmiş olmasıydı. 

Milli Dava ortadan kalkmış, yerini iktidarın AB hayalleri almıştı. Türkiye’de AKP, KKTC'de CTP ve Demokrat Parti koalisyonu, Türk tarafının politikasını şekillendirmeye başlamamasıyla kritik sürece girildi. Bu aklın galebe çaldığı bir süreçten çok, Erdoğan ve Talat'ın kendi politik beklentilerinin gerçekleştirilmesine zemin hazırlama dönemi oldu. Çünkü, Türkiye'de gerekse KKTC'deki yeni iktidar sahipleri "milli davayı" bir çözümsüzlük olarak görüyor, bedeli ne olursa olsun bundan kurtulmak istiyorlardı. Avrupa Komisyonu’nun Kasım 2003 İlerleme Raporu'nda Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği önünde önemli bir engel teşkil edebileceği belirtiliyordu.

İktidar bu ifadeyi, "Ver Kıbrıs'ı gir AB'ye" şeklinde yorumladı ve harekete geçti.

Zaten 1999'da Kıbrıslı Rumların AB üyeliğinin önünün açılması karşılığında Türkiye tam üye adayı olması, Recep Tayyip Erdoğan için önemli bir örnekti. AB ile yürütülecek bir pazarlık sürecinde Kıbrıs koz olarak kullanılabiliyordu. Bu yüzden de bir an önce müzakerelere başlama niyetindeydi.

AB'nin bastırmasıyla askerin sistem üzerindeki etkisinin azalacağını, bürokrasinin direncini kıracağını düşünüyor, bu yolla iktidarını kalıcı hale getirmenin hesabını yapıyordu.

Hesap kitap yapan sadece Recep Tayyip Erdoğan değildi. Rum-Yunan ikilisi de Atlantik ötesinden gelen rüzgarla yelkenlerini şişirmişti ve AKP'nin Kıbrıs konusunda taviz vermeye yakın durduğunu görmüştü.

Ez cümle, BM Genel Sekreteri Kofi Annan kendi adını taşıyan planı tarafların önüne koydu.

Bu plan, Türkiye'nin garantörlük haklarını ve KKTC'nin varlığını ortadan kaldırıyor, Ada'nın en verimli arazilerinin de olduğu KKTC topraklarının bir bölümünü Rumlara veriyor, Rumların kuzeye yerleşmelerinin önünü açıyor ve kısa süre içinde Türklerin azınlık haline gelmesine neden olacak düzenlemeler içeriyordu. Türkiye'nin o güne kadar izlediği geleneksel Kıbrıs politikası düşünüldüğünde bu planın kabul edilmesi mümkün değildi.

2004 yılı başında Ankara'da kazan kaynamaya başlamıştı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bu plana karşı çıkıyordu. 

Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, AKP'nin yanında duruyor, Hariciye ise pek rengini belli etmemeye çalışıyordu.

Ocak ayı başında yapılan zirve Annan Planı'nın yol açtığı endişeleri gidermeyi amaçlıyordu. Türkiye'nin alternatif planı büyük bir Rum nüfusun kuzeye geçmesinin önlenmesini, sınırın mümkün olduğu kadar düz bir hat şeklinde çizilmesini, adadan asker çekilmesi konusunun da Türkiye'nin AB süreciyle paralel işlemesini öngörüyordu.

Sonuçta, Ahmet Necdet Sezer, Denktaş'a destek verilmesini istedi. Erdoğan istemeye istemeye bunu kabul etti.Ancak Denktaş'ı devre dışı bırakmak için de harekete geçti.

Annan Planı AKP için bu kaçırılmayacak bir fırsattı. Almanlar, Fransızlar, Belçikalılar ve Hollandalılar, yani AB'nin ağır topları Erdoğan'a, "Kıbrıs konusunu bu plan dahilinde çözerseniz, AB üyeliğiniz garanti" demişlerdi. AKP hızla, yıllar boyunca kuyumcu terazisi hassasiyeti ile tartılarak oluşturulmuş geleneksel Kıbrıs politikasını bir kenara bıraktı ve Annan Planı için yapılacak referandumdan "evet" çıkması için çalışmaya başladı.

En Büyük Engel Denktaş

Kendilerine göre önlerindeki en büyük engel Denktaş'tı. Yılların kurt politikacısını doğrudan karşılarına almak istemiyorlardı. O yüzden, önce Dışişleri Bakanlığı'nda kendisini iyi tanıyan diplomatları devreye soktular. Annan Planı için destek vermesini istediler.

Bir süre sonra ricaların dozu sertleşmeye başladı. Çünkü Denktaş, ben bu plana "evet demem" diyerek tavrını ortaya koyuyor, “gerekirse Türkiye'yi şehir şehir dolaşıp bunun bir tuzak olduğunu anlatırım” diyordu.

Erdoğan ise, "Ne anlatacaksan git memleketinde anlat" mealinde, siyasi jargondan oldukça uzak bir açıklama yaparak Denktaş’a karşı açıkça tavır aldı. 

Denktaş, Erdoğan'ın bu tavrına çok içerlemişti. Bu işin Erdoğan'la yürümeyeceği açıktı. Çünkü, AKP bir yandan kendisini dışarıda bırakmak için uğraşıyor diğer yandan da Mehmet Ali Talat'ı öne çıkarıp Kıbrıs politikasında ipleri eline geçirmek istiyordu.

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Annan Planı aleyhine TBMM’de yaptığı konuşma (19.07.2004)

AKP, Denktaş'ı iktidarda tutan milli bilincin temellerini sarstıktan sonra Mehmet Ali Talat üzerinden süreci yönetmeye başladı.

Bu, Denktaş için son derece sıkıntılı geçen bir dönem oldu. O güne kadar bütün konuşmalarında Türkiye’nin çıkarlarını ön planda tutmuş ve hatta bir çok kez "Türkiyesiz cennete bile gitmem" diyerek Türkiye'ye verdiği önemi ortaya koymuştu. Kıbrıslı Türklerin kendi devletlerinin bayrağı altında olması gerektiğini düşünüyordu. Sistemi ister konfederasyon olsun ister federasyon, ortak bir devlete, Türklerle Rumların birlikte yaşayabileceğine inanmıyordu.

Denktaş sonuna kadar direndi ama bir noktada AKP'nin baskısına boyun eğmek zorunda kaldı. İktidarda kim olursa olsun, Denktaş için "Türkiye" önemliydi.

24 Nisan 2004'teki referanduma giden süreç son derece gergin geçti.

Kıbrıs politikası "milli dava" ekseninden kaymış, Denktaş, muhalif kesim için ‘öteki’ olmuş, Annan Planı'na "hayır" dediği için AKP ve Kıbrıs'taki Batıcılar tarafından dışlanmış ve ağır eleştirilerin hedefi olmuştu.

Kendisi ile birlikte mücadele eden arkadaşlarından bazılarının yes be annemci olmasına tepkisi çok büyüktü. Eski TMT'cilerle bir araya geldiği zaman, hem Kıbrıs Türklerinin başına gelecek muhtemel felaketleri anlatıyor hem de sitem ediyordu.

Türkiye'nin bütün imkanlarını seferber ederek bastırması sonucunda Kıbrıslı Türkler, referandumda "evet" oyu verdi. Rumlar ise "hayır" dedi. Bu, KKTC'nin tabiri caiz ise ipten döndüğü bir gün oldu.
Annan Planı tarihin çöplüğüne gitti diyorduk ki, Mehmet Ali Talat o akşam Saray Otel'in terasında kurulan basın merkezine gelerek, "Annan Planı kabul edilmedi ama biz Kıbrıs Türkleri olarak bu el tutulana kadar uzatacağız" dedi. Bu inanılmaz büyük bir gaftı. Referandumda çıkan sonuçla Türk tarafının diplomatik olarak eli güçlenmişti ama Mehmet Ali Talat, KKTC'nin ortadan kalkmamış olmasının verdiği hayal kırıklığı ile karşı tarafa büyük bir koz vermişti.

AKP iktidarda olduğu sürece Denktaş için milli davayı hakkıyla savunacak bir zemin kalmayacağı artık belli olmuştu.

Annan Planı’nın Çöküşü 

Bir yıl sonra Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı seçildi, Denktaş Kıbrıs'ın canlı tarihi olarak köşesine çekildi.

Eğer, Annan Planı kabul edilmiş olsaydı, seçim dönemindeki propagandanın aksine Kıbrıs Türklerinin büyük bir ekonomik açmazla karşı karşıya kalacaktı.

Türk tarafına yalnızca konut yapımı için 776 milyon dolar maliyet ortaya çıkacak millî gelir açısından da yüzde 20 kayıp oluşacaktı. Plana göre verimli topraklarının yaklaşık yüzde 65’i Rumlara verilecek, böylece Kıbrıslı Türkler tarım gelirlerinin üçte birini kaybedecekti.

Sadece tarımda 2001 yılı fiyatlarıyla 41.5 milyon dolar kayıp yaşanacaktı. Bunun yanı sıra ticaret, ithalat, taşımacılık, bankacılık ve imalat sanayindeki kayıplarla bu rakam 127 milyon dolara ulaşacaktı. Rum tarafına devredilecek topraklarda kapanacak bin 350 işyeri dolayısıyla yaklaşık 13 bin kişi işsiz kalacaktı.

Güzelyurt ve Lefke bölgelerinde yaklaşık altmış bin Türk evlerini terk edecekti. Türkiye, Kıbrıslı Türklere halen aktarmakta olduğu mali kaynağın üç mislini vermek zorunda kalacaktı.
Daha da önemlisi Türk askerinin Ada'dan çekilmesiyle, Türkiye'nin etkin güvencesi de ortadan kalkmış olacaktı.

Bunun muhtemel sonuçlarını çok iyi bilen Denktaş, Ankara ziyaretlerinden birinde "Rumlar bir gece ansızın gelebilir" diyerek Türk kamuoyunu uyarma ihtiyacı hissetmişti.

Denktaş’ın Kıbrıs Davası ve Toros Direnişi 
Kendisiyle gazeteciliğe başladığım 1991 yılından vefatına kadar onlarca kez bir araya gelme şansım oldu.

Çok sayıda röportaj yaptım. Türkiye'den gelen gazetecileri kabulünde, verdiği resmi ve özel yemeklerde bulundum. Bunların hepsinde Kıbrıs meselesinde olduğu kadar diplomasi, yakın tarih ve hatta insani ilişkiler konusunda çok şey öğrendim.

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Bahadır Selim Dilek’le görüşmesi. 

Kendisine soru sorma fırsatı yakalayan taze muhabirlerin cehaletlerini yüzlerine vurmaz, bir öğretmen edasıyla Kıbrıs meselesini anlatırdı. 

Üstelik bundan hiç gocunmazdı. Denktaş'a göre kim ne kadar çok bilirse milli davaya o kadar çok olurdu. 

Kendisini ziyarete gelenlere anlattığı Kıbrıs meselesinin üç versiyonu vardı.

Uzun olanı Kıbrıs'ın fethedildiği 1571'den başlıyordu. İkinci versiyonu, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nin ardından Ada'nın İngilizlere kiraya verilmesinden bugüne geliyordu.

Üçüncü versiyonu ise 1959-60 Londra ve Zürih Antlaşmaları'ndan sonrasını kapsıyordu.
Artık kimin ne kadar ilgilendiğine göre Denktaş bıkmadan, usanmadan tane tane anlatırdı. Çoğu Batılı diplomatın Kıbrıs meselesini Denktaş'tan öğrendiğini düşünüyorum.

Bana göre bir devlet adamı olmasının yanı sıra muhteşem bir kanı önderiydi. Hayata bakışı, mücadele ve sonuç almaya odaklıydı. Her hangi bir “mevzi muharebede” geri çekilse bile zihinsel olarak teslim alınması mümkün olmayan bir dava adamıydı.

Son olarak görevi bırakmasından kısa bir süre önce görüşmüştüm. Onca yılın ağırlığı bir yana Annan Planı ile birlikte hem Kıbrıs Türk halkına hem Türkiye'ye nasıl bir tuzak kurulduğunu yeterince anlatamamış olmaktan dolayı üzgündü.

Rumlarla birleşmeyi savunan ‘yes be annem'cilere kızmıyor aksine acıyordu. Müstakil bir vatan sahibi olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorlardı.

AKP'nin ilk iktidara geldikten sonra Denktaş'ın hem siyaseten hem de insan olarak nasıl hırpaladığına bizzat tanık oldum.

Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın kapısında kendisini bekleyen gazetecilere “Yeter artık, Kıbrıs politikasını Denktaş'ın tekelinden kurtarmak zorundayız” demişti.

Asıl üzücü olan bugün milliyetçilik üzerine attığı zaman mangalda kül bırakmayanların o dönemde Denktaş'a hiç sahip çıkmamış olmasıydı.

Asıl üzücü olan bugün milliyetçilik üzerine attığı zaman mangalda kül bırakmayanların o dönemde Denktaş'a hiç sahip çıkmamış olmasıydı.

Her şeyini bu davaya adamıştı. Bir keresinde, “Ben Kıbrıs için oğlumu feda ettim” dediğini hatırlıyorum. 1985 yılında bir trafik kazasında kaybettiği büyük oğlu Raif'in ölümünün kuşkulu olduğu gizli saklı değildi. 

Ama kendi ağzından çıkan cümlelerle duymuş olmak beni çok derinden etkilemişti. Emekli olduktan sonra muhalif mahalleye kapağı atan ama o dönemde yetkili, etkili konumda bulunurken 2002 seçimlerinden sonra hemen AKP'nin dümen suyuna girip Denktaş gibi bir kahramana tepeden bakan ve emir vermeye çalışan diplomatlara da tanık oldum.

Denktaş, siyasal İslamcılardan kelimenin tam anlamıyla nefret ediyor, AKP'yi Türkiye'nin başına gelmiş en büyük talihsizlik olarak görüyordu. Ama bu dönemin hem Türkiye hem de KKTC açısından geçici olduğunu düşünüyor, Türk halkında aklın en ya da geç galebe çalacağına inanıyordu.

Yıllarca Kıbrıs'taki sağ siyasetin lideri olmasına karşın birkaç kez açıkça sormuştum siyasi yelpazenin neresinde duruyor diye. Çünkü, AKP destekçileri ve kimlik siyasetini demokrasi diye yutturmaya çalışan Batı işbirlikçisi tayfa Denktaş'ı kolayca “faşist” olmakla suçlayabiliyordu. Ama Denktaş, kendisini siyasi yelpazenin solunda görüyordu. Açık açık “Ben sosyal demokratım” demişti. Sosyal demokrat olması ulusal davasına sonuna kadar sahip çıkmasına engel teşkil etmedi.

Hayatı boyunca çok sayıda yabancı gazeteci ile konuştuğunu biliyorum. Kendisiyle görüşüp etkilenmeyen yabancı meslektaşım yok gibiydi. Kıbrıs aksanıyla konuştuğu muhteşem İngilizcesiyle Kıbrıs davasını daha iyi anlatabilen başka biri muhtemelen yoktur. ABD diplomasisinin o dönemdeki altın çocuğu, sözüm ona Bosna barışının mimarı Richard Holbrooke'un bile Denktaş karşısında nutku tutulmuştu.

Eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, hayata veda ettiği dakikalarda Denktaş'ın yanındaydı. Cumhuriyet gazetesinde çalışırken yaptığım bir röportajda, tarihe not düşmek adına o dakikaları anlatmasını istemiştim. Derviş Eroğlu anlattıkça, gözlerimden inen yaşların not defterime düştüğünü hatırlıyorum… 50. Yılında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı saygı ve minnetle anarken, O’nun Kıbrıs davasına olan adanmışlığıyla hafızamızda ve kalbimizde var olmaya devam edeceğini belirtmek istiyorum.

Not: Bu yazı, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun yayın organı Kemalist Kıbrıs Dergisi'nin 6. Sayısı : "Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50.yılı" sayısı için  kaleme alınmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gazeteci Yazar Bahadır Selim DİLEK
Gazeteci Yazar Bahadır Selim DİLEK
Tüm Makaleler

  • 16.11.2024
  • Süre : 4 dk
  • 211 kez okundu

Google Ads