Kıbrıs Dosyası: Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50.Yılı Bağlamında Atatürk’ün Tam Bağımsızlık Doktrini ve Kıbrıs Adası’nın Stratejik Önemi
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını birleştiren merkezi konumuyla Akdeniz, stratejik güç mücadelelerinde oynanacak tüm satranç oyunlarının 64 karelik tahtası mahiyetindedir. Kıbrıs Adası, Akdeniz’in üçüncü büyük adası olmasına rağmen stratejik konumu nedeniyle dünya ticaretinin %25’ine konu olan ulaştırma hatlarının kesişim noktasındadır.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını birleştiren merkezi konumuyla Akdeniz, stratejik güç mücadelelerinde oynanacak tüm satranç oyunlarının 64 karelik tahtası mahiyetindedir. Kıbrıs Adası, Akdeniz’in üçüncü büyük adası olmasına rağmen stratejik konumu nedeniyle dünya ticaretinin %25’ine konu olan ulaştırma hatlarının kesişim noktasındadır. Kıbrıs Adası’nın etrafına 200 Deniz Mili bir çember çizdiğimizde eriştiği noktaların dünya savaşına neden olabilecek kadar zengin doğal ve canlı kaynakları barındıran ve hiçbir gücün, askerî açıdan tek başına ele geçiremeyeceği bir bölge olduğu görülecektir.
III. Ramses’ten (M.Ö 1186-1155) bu yana her kim bu coğrafyaya ve periferisine tek başına hâkim olmak istediyse yok olmuştur. Bu bölgenin hemen yanı başındaki Balkanlar ve Kafkaslar ve Ortadoğu’nun kesişimindeki bu önemli stratejik fay hatları ile düğüm noktaları Kıbrıs Adası’nın etrafını örümcek ağı gibi sarmaktadır. Karadeniz ve Kızıldeniz’i de Doğu Akdeniz bağlamında ele almak jeostratejik açıdan zaruri olacaktır. Bununla birlikte, yukarıda bahsi geçen coğrafi sahaların her birinin özellikle Ege Denizi başta olmak üzere hukuki açıdan sui genaris özelliği göz önüne alınarak mercek altına alınması da ayrı bir zorunluktur. Stratejik fay hatları birbirini tetiklediğinden Doğu Akdeniz havzasının hinterlandı içerisinde bulunan Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar, Karadeniz’e kıyıdaş ülkeler, Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Kızıldeniz’e kıyıdaş ülkelerin biri veya birkaçında meydana gelen siyasi ve/veya askeri bir hareketlenme tüm bölgeyi etkisi altına almaktadır.
Jeostratejik ve jeopolitik açıdan Kıbrıs Adası bugün ve gelecekte her daim önemini koruyacaktır. Kıbrıs Adası ve Doğu Akdeniz kendisini çevreleyen kıyıdaş ülkelerin güç mukayesesine oranla istikrar bulacak veya istikrarsız olacak bir konumda değildir.
Kıbrıs Adası şekilsel olarak iki ayrı devletin egemenliğinde gibi görünse de garantör ülkelerin (Türkiye, Birleşik Krallık ve Yunanistan) fiili desteğinin yanı sıra yeşil hattın kuzeyinde ABD’nin ve güneyinde ise AB’nin görünmez güvenlik şemsiyesi altındadır.
Kuzey Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin Ada’daki varlığı çok mühimdir. Aksi görüşte olanlar Türk Askerini işgalci olarak niteleseler de bunu hukuken dile getirmek mümkün değildir. Türk Askeri anlaşmaların bir gereği olarak garantör devletin Türkiye Cumhuriyeti olması sıfatıyla Kıbrıs Ada’sında sancak ve varlık göstermektedir. Son dönemde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde İsrail menşeili bir Demir Kubbe alçak hava savunma sisteminin tedarik edildiği/edilmek üzere olduğu iddiaları karşısında bu sistemin Türkiye Cumhuriyeti’nden gelebilecek bir hava taarruzuna karşı tedarik edilmek istendiği anlaşılmaktadır.
Elbette bir ülke kendini korumak için her tedbiri alabilir. Ancak, bu sistem aktive edildiğinde alçak irtifada havadan ve denizden gelebilecek tehditleri bertaraf edebilmesi halinde geçmişte olduğu gibi Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs Türklerine taarruz etmesi durumunda Kıbrıs Türklerinin Kuzey Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri olmaksızın karşı koyması büyük katliamlara ve ciddi zayiata yol açacağı kuvvetle muhtemeldir. Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı saldırgan bir güç olmak yerine caydırıcı bir güç olarak daha anlamlıdır. Böylece uzun yıllardır devam eden kalıcı barış Türk Askerinin varlığıyla perçinlenmektedir. GKRY kendi açısından Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinden rahatsız olsa da garantör bir devletin askerinin GKRY’yi işgal etmesi uluslararası hukuk açısından mümkün değildir.
Zira bu tip oldu bittilerin ardından BM Güvenlik Konseyinin askeri yaptırım kararı alması da kaçınılmaz olacaktır. Yukarıda izah edildiği şekilde Kıbrıs Adasının jeostratejik ve jeopolitik konumu hiçbir ülkenin tek başına bu alanı kontrol etmesine izin vermeyecektir.
Deniz yetki alanlarının belirlenmesi açısından Kıbrıs Adası’nın konumu dikkate alındığında doğal ve canlı kaynakların işletilmesi açısından çözülmesi çok güç olan birçok problem sahası ortaya çıkmaktadır. Dünyada kimisi çözümlenmiş, kimisi dondurulmuş sorunlar statüsünde 3000’in üzerinde ihtilaflı ada davası mevcuttur. Adalar ile Ana Karalar arasında tarihin her devrinde hukuki ihtilaf alanları ortaya çıkmıştır. Bunlar 1958 Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmeleri öncesi, sonrası ve 1982 BM Deniz Hukuku sözleşmesi sonrası olmak üzere üç ayrı dönemde ele alınmaktadır.
Uluslararası mahkemelerin veya ikili anlaşmalarla ortaya çıkan içtihatlar incelendiğinde adalara “hiç etki” tanıyan, “kısmi etki” tanıyan veya “eşit ortay hat” uygulamasını benimseyen ya da bunların bir kombinasyonuyla belirlenen bir neticeyle sonuçlandığı görülmektedir. Bu kararlar kimi zaman siyasi olabileceği gibi, kimi zaman da adaların açık denizde, yarı kapalı denizde veya özel bir alanda olmasına bağlı olarak coğrafi kısıtlar göz önüne alınarak verilmiştir.
Kıbrıs Adasının konumuna bakıldığında Türkiye ile Mısır arasında bulunan ve bu iki ülkenin önünü kapatan bir ada statüsünde olduğu görülecektir.
Kıbrıs Adası olmasaydı her iki ülkenin eşit ortay hattının kuzey ve güneyinde kalan deniz sahası bu ülkelerin münhasır ekonomik bölgesi olabilecek ve doğal kaynaklar ile canlı kaynakları işletebileceklerdi.
Tabi ki Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail’in de bahse konu deniz sahasından belirli bir pay almaları doğal bir haktır. Ancak Kıbrıs Adası’nın varlığı kıta sahanlığı ve/veya münhasır ekonomik bölgenin belirlenmesinde oldukça karmaşık bir durum yaratmaktadır. Adanın yüzölçümü, üzerinde yaşayan nüfus, kuzey ve güneyde iki de facto ülkenin varlığı, bugüne kadar hiçbir ortamda gündeme getirilmese de Kıbrıs Adası üzerinde Birleşik Krallık’a ait küçük de olsa bir toprak parçasının varlığı deniz yetki alanlarının sınırlarının belirlenmesinde savaş sebebi olabilecek bir çıkar çatışması yaratmaktadır. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bir dost ve müttefik ülke olarak tasavvur etmekten ziyade bu statünün çok daha ilerisinde bir samimiyetle kendisinden bir parça olarak görmektedir. Adada bulunan bu Türk Devleti’nin bekasını sürdürebilmesi için de koruma ve kollama başta olmak üzere her tür fedakarlığı yapmaya hazırdır.
Bahse konu duygusal bağlılığı bir kenara bırakarak sadece deniz hukuku açısından meseleye bakıldığında Türkiye’yi karasularına hapsetmek isteyen ve Doğu Akdeniz’deki doğal ve canlı kaynaklara erişimini engellemek üzere yapılan her tür akademik, politik, askeri faaliyetlerin aksine Türkiye proaktif bir tutumla ruhsat sahalarını tescil ettirmekte, gerektiğinde hak olarak gördüğü deniz sahasında faaliyet yapmak isteyen yabancı unsurları bölgeden sürerek uzaklaştırma dahil askeri çaba içerisinde olmaktadır.
Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ikili anlaşmalarla veya Doğu Akdeniz’de çok küçük bir alanda hakkı olduğu halde hakkaniyet ve nısfet ilkelerine uymaksızın maksimalist bir yaklaşımla kendisine genişletilmiş bir alan yaratarak bir kısım kıyıdaş ülke ile ikili anlaşmalar akdetmektedir. Bahse konu ikili anlaşmaların tamamı hukuksuz ve geçersizdir.
Tüm kıyıdaş ülkelerle mutabık olunmadan, ikili anlaşmalarla tesis edilmiş deniz sahalarından bir diğer üçüncü ülke zarar görüyorsa tarafların tamamı olmaksızın yapılan bu tip anlaşmalar doğal olarak geçersiz ve hukuk dışı olacaktır. Halihazırda bazı üniversiteler, akademisyenler, diplomatlar, hukukçular vs. eline kalem alıp çeşitli senaryolara dayalı deniz yetki alanları çiziyor olsa da evrensel hukuk ilkeleri, içtihatlar, BM kararları, örf ve âdet hukuku vs. müktesebat ile uyumlu olmaksızın bir tarafa çıkara sağlayan diğer tarafları zarara uğratan ve makul ölçüleri aşan deklarasyonlar yok hükmünde olacaktır. 2004 yılında AB’nin 1960 yılında kurulmuş olan iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni AB’ye üye yapması durumu daha da karmaşık hale getirilmiştir.
Bir yandan GKRY AB’ye tam üye olmuştur, diğer yandan KKTC tanınmamış bir ülke olarak dışlanmış, ancak Kuzey Kıbrıs’taki Türklere iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olarak kapılarını açmıştır. Bu bir siyasi havuçtur ve AB vatandaşı olmanın avantajlarının getirdiği cazibeyle AB, KKTC’yi yok saymaktadır. Devletler hukukuna göre hiçbir organizasyon egemen bir devletten üstün değildir.
Bir devlet toprak, insan ve egemenlik üçlüsünü sağladığında teşekkül etmekle birlikte uluslararası tanınırlığının da olması gerekmektedir.
KKTC vatandaşlarına diğer tüm koşullarda eşit ve özgür bir yaşam hakkı tanınmadığı için bugün Kıbrıs Adası iki toplumlu bir devlet olabilme özelliğini geri dönüşü olamayacak şekilde kaybetmiştir. Ezelinden beri hür doğmuş olan Türkler için artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktan başka bir çözüm kalmamıştır.
Dünyada sayısı artmakta olan Türk Devletlerinin Birleşmiş Milletler çatısı altında ne kadar çok bağımsız bir Türk Cumhuriyeti olarak yerini alması halinde yeniden kurulmakta olan dünya düzeninde daha güçlü ve siyasi karar süreçlerinde daha etkili bir aktör olmalarını sağlayacaktır. İster Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adı altında, isterse Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adı altında olsun Doğu Akdeniz’de bir Türk Cumhuriyeti’nin varlığı jeopolitik ve jeostratejik olarak bölgedeki kalıcı barışa önemli bir katkı sağlayacak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin güneyden kuşatılmasını önleyecektir.
Atatürk’ün Tam Bağımsızlık Doktrini dünyadaki tüm mazlum devletlerin hegemonik güçler karşısında dirençli olmasını sağlayacak çok önemli reçeteler sunmaktadır. Türkler siyasi tavizlerle yönlendirilebilecek karakterde değildir. Orta Asya’dan bu yana seksenin üzerindeki halkla harmanlanarak Anadolu’ya ve Kıbrıs Adası’na geldiklerinden farklı kültürlerle kaynaşabilme ve sahip oldukları hoşgörü kültürüyle uyumlu yaşayabilme becerisine sahiptirler. Aslında Roma İmparatorluğu’nun halkı olan Romalılar yani Rumlar da bu özelliğe sahip insanlardan oluştuğu halde neden Kıbrıs Adası’nda katliama ve hatta neredeyse soykırıma varacak bir trajediye sahne olunmuştur sorusu her iki kesimin de kendisini sorgulaması ve hesaplaşması gereken vicdani bir konudur. Benzeri Türk katliamlarının Girit Adası başta olmak üzere yerleşimi olan diğer Ege Adalarında da cereyan ettiği dünya kamuoyunun malumlarıdır.
Kıbrıs Adası civarında bulunan zengin hidrokarbon yatakları ve diğer doğal ve canlı kaynaklar geçmişte ekonomik olarak elde edilemezken bugün ve yakın gelecekteki teknolojiler ile çıkarılması mümkün hale gelmiştir. Bu kaynakların ne zaman çıkarılacağı ve kimin tarafından çıkarılacağı ise hayati önem taşımaktadır. Kıbrıs Adası’nın etrafında 365 gün 100’ün üzerinde yabancı harp gemisi karakol yapmaktadır. Zaman zaman Brezilya ve Bangladeş Donanmasına ait harp gemilerinin dahi sancak ve varlık gösterdiği bir deniz harekât alanı söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti her tür askeri tedbiri almış durumdadır ve gerek kendisinin gerekse KKTC’nin hak ve menfaatlerini korumaya muktedirdir.
II. Mahmud ve Abdülmecit’in hekimbaşı olan Abdülhak Molla’nın 1800’lü yılların ilk yarısında söylediği "Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh; Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh" sözü yıllar sonra Atatürk’ün ifadesiyle başka bir form ve derinlikte "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" prensibi ile vücut bulmuştur. Bu yaklaşım harp prensiplerinin temel bir doktrini olan en iyi savunma taarruzdur ilkesiyle doğru orantılıdır.
Atatürk’ün "Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir" ifadesi savaşı son çare ve mecburiyet olarak gördüğünü göstermektedir.
Savaş sonrası Türkiye’nin etrafında tesis etmeye çalıştığı barış kuşağının esası da kalıcı bir barış için karşılıklı bağımlılık yaratmak, ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmek, kültürel bağlar yaratmak ve bölgeye huzur ve refah getirme esasına dayalıdır. Türkiye’nin dış politikası da zaman zaman değişiklik gösterse de ana rotadan mümkün olduğunca sapmamaktadır.
Editörün Notu: Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Makarios, 1962 yılında Ankara’yı ziyaretinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü’yle görüşmesinde anayasayı değiştirmek istediğini söylemiş, İnönü ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1960'te ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na bağlılık duyduğunu, anayasal düzenin korunması gerektiğini belirterek, değişikliğe karşı çıkmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti etrafındaki hiçbir ülkenin üniter yapısının bozulmasını ve istikrarsızlığın oluşmasını istememektedir. Bu politik duruşu Kıbrıs açısından aksi yapılıyormuş gibi algılatılmaya çalışılsa da iki toplumlu bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması için sayısız mekik diplomasi yürütmüştür. Kıbrıs Türklerinin katliamına varan trajediler yaşandığı için savaş kaçınılmaz olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti saldırgan bir işgalci rolüyle değil, katliamları durduracak, Türklerin yaşamsal emniyetini sağlayacak bir askeri müdahale ile kalıcı bir barışı sürdürebilecek bir operasyon gerçekleştirmiştir. Halihazırda garantör rolüyle Kıbrıs Türklerinin koruyuculuğunu sürdürmektedir.
1571 yılından bu yana Türklerin vatanı olan Kıbrıs Adası bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığı ile adanın kuzey kısmında kalan sınırları belirli bir alanda ile bağımsız bir devlet statüsündedir. BM nezdinde tanınma sorunu devam etmekle beraber bir örf ve adet hukukunun oluşma sürecini dahi aşmış bir zamanda bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüren KKTC için artık tanınma sorunu anlamsızlaşmış ve dünya devletleri tarafından kabulü zorunlu bir mahiyet almıştır. KKTC vatandaşı olan Türk Milleti kendi vatanından vazgeçmedikçe ilelebet payidar kalacaktır. Genç Kıbrıs Türkleri, atalarının bu vatan için büyük fedakarlıklar yaptıklarını unutmamalıdır.
55 yaşında bir asker ve akademisyen olarak Dedem, Babam ve bizzat kendimin dahi Kıbrıs Türkleri ve KKTC için canını ortaya koyarak savaş, kriz ve barış döneminde görev aldığımız dikkate alınırsa Türkiye Cumhuriyeti’nin her ferdinin bu görevlere talip olmaktan çekinmeyeceğini hatırlatarak Gençlerin Kıbrıslı Mücahitlerin ruhunu taşıyarak bekalarını koruyabileceklerini bir an için akıllarından çıkarmamaları gerekir. Dünyanın neresinde hangi menfaatler sunulursa sunulsun vatanın bir kap bulguru tüm zenginliklerden daha huzurludur. Bu vesileyle Kıbrsı Barış Harekatı’nın 50. Yılını kutluyor ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olmasını diliyorum.
Not: Bu yazı, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun yayın organı Kemalist Kıbrıs Dergisi'nin 6. Sayısı : "Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50.yılı" sayısı için kaleme alınmıştır.