Ne Mutlu Türküm Diyene (1)
Günümüzün etkin bakış açısına yüklenen değerlerin ışığında değerlendirildiğinde ise, "Ne Mutlu Türküm Diyene" ifadesi günümüzde milliyetçilik propagandasına hizmet etmek maksadıyla üretilmiş bir söz olarak görülebilir, bu yönde düşünceler ileri sürülebilir. Normaldir.
Bu sözün maksadı ne olabilir?
Atatürk’ün söylerken hepimizin ruhunu okşayan, unutulmaz veciz sözü olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” nerede söylenirse söylensin bu vatana aidiyet duygusuyla bağlı olan insanlarda her zaman bir duygu seli yarattığını çok iyi biliyorum.
Bu yazı dizimde, "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü Atatürk’ün neden söylediğini, hedefinin ne olduğunu sizlere yaptığım araştırmaların ışığında ‘felsefi’ bir yaklaşımla, kendi penceremden gördüklerimi aktarmak istiyorum.
Felsefenin yaklaşık üç bin yıllık geleneği içinde değişmeyen özelliklerinin başında soru sormak ve analiz yapmak gelir. Felsefe, zaman zaman ortaya sunduğu görüşler ve bakış açılarıyla, felsefe sevenleri bile şüpheye düşürüp, inançlarını sarsabilir. Ama felsefenin amacı bu değildir şüphesiz. Felsefenin biricik amacı, dogmatik düşünceleri yıkabilmek için insanlarda şüphe uyandırmak olabilir. Bu da bilindiği gibi gelişmenin, değişimin ve doğru olanın tespiti için zorunlu bir önkoşuldur.
"Ne mutlu Türküm diyene" sözü sihirli bir sözdür, bir büyük buz kütlesinin su yüzünde kalan küçük bir parçasıdır. Eskiden tiyatro sahnelerinde büyük kırmızı bir perde olur, bu perde açıldığında tüm sahne görünür olurdu. İşte; bu sihirli söz de sahne açılmadan sahneyi örten kırmızı bir perde gibi geliyor bana. Cumhuriyet ve kazanımlarını ilk etapta yansıtan bir perde olarak görüyorum “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü, öyle hayal ediyorum.
Irkçılık veya Faşizan bir anlayışla söylenmiş olabilir mi?
Bu söz o günün koşullarında kuşkusuz ne faşist bir yaklaşımı ne de etnik bir ayrımcılığı hedeflemiştir. Birlik ve bütünlüğe fazlasıyla gerek duyulan bir dönemde ayrımcılık zaten söz konusu olamazdı. Amaç tam aksine, birleştiricilik olabilirdi.
Günümüzün etkin bakış açısına yüklenen değerlerin ışığında değerlendirildiğinde ise, "Ne Mutlu Türküm Diyene" ifadesi günümüzde milliyetçilik propagandasına hizmet etmek maksadıyla üretilmiş bir söz olarak görülebilir, bu yönde düşünceler ileri sürülebilir. Normaldir.
Oysa, bizim bu sözün söylendiği Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş günlerini tasavvur etmemiz, empati yapıp o günün şartlarında niye böyle bir sözü Atatürk söyleme ihtiyacı duymuş diye biraz kafa yormamız gerekiyor kanaatindeyim. Yüzeysel değil biraz derinlemesine bakmamız sanıyorum sözün kıymetini tam ortaya koyabilmek için yeterli olacaktır.
O dönemin koşulları dikkate alınırsa, milliyetçilik akımları ve onların güçlü etkileri tarihi bir olgu olarak hemen dikkati çekmektedir. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasında milliyetçilik akımlarının önemli bir yerinin olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla da bu sözün, bu akımların etkisi altında söylendiği düşünülebilir. Çünkü o dönemde baskı altında olan, yok edilmek istenilen, tarihi başarıları göz ardı edilen bir ulus söz konusuydu. Ortadan kaldırılmak istenilen sadece Osmanlı imparatorluğu değildi; aslında koskoca bir ulus yok edilmek isteniliyordu, bu da Türk ulusuydu.
Bildiğiniz üzere, Osmanlının yıkılışına kadar Osmanlı Devleti sınırları dahilinde geçerli olan ana akım İslamcılık idi. Osmanlı yönetimi altındaki özellikle Balkan toplumlarının, 1789 Fransız ihtilalinin estirdiği rüzgârın etkisiyle “ulusçuluk” sevdasına kapılması, Osmanlı toprak bütünlüğü önündeki en büyük tehlike olarak ortaya çıkmıştı. Ulusçuluk akımları karşısında Hristiyan ve Yahudi milletlerinin dışındaki ana omurgayı bir arada tutabilmek için İslamcılık meşalesi devletin öncülüğünde resmî ideoloji olarak yakılmıştı. Neticede, 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte bu İslamcılık anlayışının da Osmanlı’yı kurtaramayacağı, özellikle Libya, Balkan Savaşları ve nihayetinde Birinci Dünya Savaşıyla birlikte iyice anlaşılmıştı.
Lozan Antlaşmasının Millet Anlayışı:
Lozan Antlaşması, bir yönüyle millet anlayışını ‘din’ üzerine kurgulamıştı. Dolayısıyla antlaşma kapsamındaki mübadeleler de dini inanç doğrultusunda yapılmış, dinsel odaklı bir ulusçuluk çizgisinde nüfus değişimlerinin yapılması kararı alınmıştır. Böylece Anadolu, ağırlıklı olarak İstanbul’daki Hristiyan ve Yahudi toplumları yanında Müslüman nüfusa ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Bu antlaşmada Türk yoktur. Azınlık olarak sadece Hristiyan ve Yahudi olan nüfus sayılmıştır. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap vb. hiçbir ulus söylemi yoktur. Geri kalanların hepsi Müslüman kabul edilmiş, hepsi birbirine eşdeğer insanlardan oluşan bir toplum olduğu öngörüsü ve düşüncesiyle hareket edilmiştir.
Bu noktada, yeni Cumhuriyetin kurucusu Atatürk, üniter bir devlet kurgusuyla, Türkiye sınırları içinde yaşayan Müslüman halkı, ulus-inşa sürecinin esas nüvesi olarak olarak görmüş, görmek istemiştir. Burada akla niye ‘Türk’ kelimesi kullanılmıştır diye gelebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir düşüncesindeyim. Anadolu toprakları aynı zamanda bu topraklar üzerinde yaşayan halk tarafından ve Batı toplumu tarafından aynı zamanda Turchia olarak biliniyordu, yani zaten ismi Türkiye idi. Çünkü nüfusun çoğunluğu modern manadaki ifadesiyle kendisini Türk gören sayısız akraba topluluklarından oluşuyordu. Türk olmak, toplumun ekseriyeti tarafından paylaşılan bir gerçeklik ve bütünleştirici bir olgu idi. Dolayısıyla Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halkın Türk olduğunu ifade ederek, “Ne Mutlu Türküm Diyene” demek suretiyle, bu topraklarda yaşayan insanları bir arada tutan temel öğenin Türklük olduğunu vurgulamayı gerekli görmüştür.
Bir Çimento Kavramı olarak "Ne Mutlu Türküm Diyene"
Burada ırkçılık yoktur, özünde ulus-inşacılık vardır. Irkçılık olsaydı, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü yerine “Ne mutlu Türk olana” denmesi gerekmez miydi? Oysaki Atatürk ve arkadaşlarının önceliği, bu topraklarda aidiyet duygusunun bir an önce geliştirilmesiydi. Birlik ve beraberliğin sağlanmasıydı. Yüzyıllardır bir arada yaşayan bu halkın ırk bakımından birbirinden ayrılmasını Cumhuriyetin kurucu kadrosu istememiştir. Zaten iyi azalan bir nüfus (13 milyon civarı) bu geniş topraklarda birlik ve beraberlik içinde yeniden var olma mücadelesi vermek durumundaydı. Bu halkın bir arada tutulmaya, aralarındaki olası ayrılık noktalarının törpülenmesine ve ortak paydada buluşturulmasına ihtiyaç vardı. Yeni çimento “Ne Mutlu Türküm Diyene” olarak benimsenmişti.
Çünkü Atatürk, Osmanlı Devleti’nin küçüldüğünü, son kale olarak Balkanlardan, Kafkaslardan ve Ortadoğu’dan göç eden insanlar için sadece Anadolu’nun kaldığını bizzat yaşayan ve misak-ı milli sınırlarıyla ifade edilen “yeni Vatanı” kuran bir liderdir. Milletinin yok oluşuna seyirci kalmamış, bu uğurda Türk varlığının yeniden şahlanışına öncülük etmiş bir Komutan ve Devlet adamıdır. Yeni Devlet sınırları içinde yaşayan insanları bir arada tutmak, onların ortak geçmişine sahip çıkmak, dil ve kültürlerini yaşatmak, gelenek ve göreneklerini yaşamlarının bir parçası olarak korumalarını sağlamak ve çağdaş uygarlık seviyesine bu halkın çıkabilmesini sağlamak için güçlü bir ulus-inşa sürecini başlatmıştır. Ulusçuluk bilinciyle toplumsal ve ekonomik kalkınmayı sağlamaya ve nihayetinde Türkiye’yi medeni alemin bir parçası yapmaya odaklanmıştır.
(Devam edecek)