Yol Ayrımındaki NATO: ABD’nin Değişen Öncelikleri, Avrupa’nın Bölünmüşlüğü ve Ortak Tehdit Algısının Çöküşü
Günümüz NATO'su, tarihte belki de ilk kez ortak bir tehdit tanımı etrafında birleşemeyen bir yapıya dönüşmüştür. Bir kırılma yaşanmaktadır. Bu kırılma sadece doğrudan askeri risklerin çoğalmasından değil, ABD’nin küresel önceliklerinin değişmesi, Avrupa’nın güvenlik–ekonomi ikilemi, üyeler arasındaki tarihsel hafıza farklılıkları ve savunma sanayiinin güvenlik algısındaki görünmez etkileri gibi çok boyutlu faktörlerden kaynaklanmaktadır.
NATO modern tarihin en uzun ömürlü ve kurumsallaşmış askeri ittifakıdır. Soğuk Savaş’ın ardından da bir süre “ortak tehdit – ortak savunma” formülü ile varlığını sürdüren ittifak daha sonra genişleme için demokratikleşme ve istikrar üretme gibi yeni misyonlar belirledi kendisine. Ancak bugün NATO, tarihte belki de ilk kez ortak bir tehdit tanımı etrafında birleşemeyen bir yapıya dönüşmüş durumda.
Bu kırılma sadece doğrudan askeri risklerin çoğalmasından değil, ABD’nin küresel önceliklerinin değişmesi, Avrupa’nın güvenlik–ekonomi ikilemi, üyeler arasındaki tarihsel hafıza farklılıkları ve savunma sanayiinin güvenlik algısındaki görünmez etkileri gibi çok boyutlu faktörlerden kaynaklanmaktadır.
NATO artık yalnızca askeri bir ittifak değil; farklı tehdit dosyalarının müzakere edildiği siyasi bir platform görüntüsü vermeye başlamıştır. Böyle olunca da ittifakın geleceği daha fazla sorgulanır hale gelmiştir. Pek çok senaryo gündeme gelse de iki kritik soruya verilecek cevaplar ittifakın geleceğini belirleyecektir. Ortak tehdit var mı? ABD’nin değişen öncelikleri ittifakı nasıl etkiliyor? Bu yazıda, NATO’yu bugün yol ayrımına getiren şeyin dış tehditlerin artması değil, tehdit algılarının parçalanması olduğu gerçeğini vurgulamaya çalıştım.
ABD’nin Değişen Stratejik Öncelikleri: Avrupa Merkezli Dönemin Sonu
Birinci soruya geçmeden önce ikinci soruya açıklık getirmek daha doğru olacaktır. Çünkü birinci sorunun cevabı da aslında bunun içinde gizlidir. Son günlerde bu konudaki tartışmaların fitilini ateşleyen gelişme 4 Aralık 2025 tarihinde yayımlanan ABD Milli Güvenlik Strateji belgesidir. Bundan önceki belge de bu gelişmelerin habercisi gibidir ancak bu kadar açık ve doğrudan ifadeler taşımadığı için yeterince tartışma yaratmamıştır. Bu belge, İkinci Dünya Savaşının ardından önce iki kutuplu, SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD hakimiyetinde tek kutuplu olarak sürdürülen dünya düzeninden çok kutupluluğa geçişin en açık ifadesidir. NATO’nun en büyük askeri gücü ve siyasi taşıyıcısı olan ABD, artık yönünü açık bir biçimde belirlemiş, asıl rekabet alanın Avrupa değil, Asya-Pasifik olduğunu ilan etmiştir.
Buna göre:
- Çin “uzun vadeli stratejik rakip” ve ABD’nin tüm milli güç unsurlarını şekillendirecek olan düzen değiştirici yeteneğe sahip birinci öncelikli tehdit.
- Avrupa güvenliği “önemli olmakla birlikte ikincil önceliklidir.” Rusya’da yakın ve görünür tehdit” olarak belirlenmiştir. Başka bir ifade ile ABD için varoluşsal tehdit Çin’dir.
- NATO ise ABD açısından artık batı yarımküre için taahhüt ettiği bir “güvenlik şemsiyesi” değil, çıkarlarına göre kullanabileceği jeopolitik bir araç haline gelmeye başlamıştır.
Bu değişim, Avrupa için şok yaratırken NATO’nun geleceği konusundaki kaygıları da artırmıştır. Endişenin kaynağı Avrupa’nın kendi güvenliği için hâlâ ABD’ye büyük ölçüde bağımlı olması, buna karşın ABD’nin bu bağımlılığı azaltmak istemesidir. Bu durum ittifakı liderlik boşluğuna sürükleyecek bir gelişmenin de habercisidir. Çünkü Avrupa liderliği üstlenecek durumda değildir. Tabi hangi Avrupa sorusu akla gelmektedir.
ABD’nin Avrupa güvenliğinden kademeli olarak çekilmesi özellikle Trump iktidarının politik bir tercihinden değil yapısal bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Washington, bu değişiklik ile başta Çin olmak üzere küresel güneyin neden olduğu güç dağılımındaki kaymayı esas alarak stratejik odağını Avrupa’dan Asya-Pasifik’e kaydırmaktadır. Bu yönelim, yalnızca tehdit algısındaki değişimden değil, Amerikan askeri, ekonomik ve teknolojik gücünün artık aynı anda iki cephede tartışmasız üstünlük iddiasını sürdürme kapasitesini kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla NATO’nun “ortak tehdit” anlayışının ortadan kalkması, ABD’nin ittifak içindeki tarihsel rolünün zayıflamasıyla da doğrudan bağlantılıdır. ABD’nin durumunu kısaca özetledikten sonra birinci soruya tekrar dönebiliriz,
Ortak Tehdit Var mı? NATO’da Tehdit Algısı Neden Ayrışmaya başladı
Tehdidin varlığı bir askeri ittifakın yaşayabilmesi için üyelerin aralarındaki farklılıkları azaltan ve bağları güçlendiren en önemli unsurdur. NATO’da başlangıçta komünizmin yayılması ve nükleer silahlar gibi tehliklere karşı ortak bir tehdit algısını oluşturmak zor olmamıştır. Soğuk savaşın ardından terörizm, göçler, organize suç örgütleri ve son üç yıldan beri de Rusya tehdidi öne çıkmıştır. Ancak bunlar eskisi gibi bütün üyeler arasında ortak bir görüş oluşturmaya yetmemektedir. Bunun temel nedeni, her üyenin kendi güvenlik ortamını farklı değişkenlerle okumasıdır. Üye sayısı artınca da görüş farklılıkları da çoğalmıştır. En güncel hali ile Rusya, Doğu Avrupalı üyeler için varoluşsal tehdit olarak görülürken, batıdakiler aynı algıyı paylaşmakmaktadır. ABD’nin esas aldığı tehdit Çin, güney kanattakieki üyelerin gündemi kontrolsüz göçler, enerji ve Akdeniz güvenliği, Türkiye’nin odak noktası ise terör ve bölgesel istikrarsızlıklardan kaynaklanan tehliklerldir.
Bu ayrışmanın nedenlerini daha iyi anlayabilmek için güvenlik teorilerinde kullanılan analitik bir yaklaşımdan istiafade edilebilir. Kısaca; Tehdit Algısı = Yetenekler × Niyet × Yakınlık × Hassasiyet olarak tanımlayabileceğimiz formül arklı değişkenlere göre algının nasıl oluştuğunu açıklaya yardımcı olan bir yaklaşımdır.
- Yetenekler: Tehdit oluşturan aktörün askeri gücünü
- Niyet: Davranışları, hedefleri ve bu gücü kullanma isteğini
- Yakınlık: Coğrafi yakınlık veya tehdit kaynağı ile aradaki mesafeyi
- Hassasiyet: Hedef ülkenin askeri, ekonomik, siyasi savunmasızlığını ifade etmektedir.
Örnek olarak Rusyanın konvansiyonel askeri gücünden kaynaklanan tehdit bu formüle uyarlandığında bölge ülkelerinin tehdidi nasıl algıladığı daha iyi anlaşılabilir.
- Baltık ülkelerine göre; Rusyanın askeri gücü çok fazla, niyeti saldırgan, sınıra çok yakın bir yerde, kendi savunma yetenekleri sınırlı ve hassasiyetleri çok fazla, geçmişin izleri de hala canlı. Onların bakış açısı ile varoluşsal tehdit.
- Almanya için, karşı tarafın askeri gücü yüksek, niyeti müzakere edilebilir, mesafe olarak çok yakın değil arada tampon olabilecek ülkeler var, ekonomik ilişkiler daha fazla hassasiyet yaratıyor. Önceliği yüksek fakat yönetilebilir bir tehdit.
- Portekiz için askeri açıdan gücü yüksek fakat aradaki mesafeler uzak, gücün kendisine karşı kullanılma niyeti düşük, hassasiyet az sonuç olarak ikinci öncelikli tehdit.
Bu örnekte Portekiz üzerinden belirtilen algı soğuk savaş döneminde yaşanan durıma da işaret etmektedir. Üye ülkeler doğrudan kendilerine yönelik olarak algılamadıkları tehditleri ittifak sorumluğu kapsamında benimsemek zorunda kalmışlardır. Başka bir ifade ile bunlar ithal edilmiş tehditlerdir. Bu bağlamda NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemde varlığını kısmen bu tehditlere karşı ABD güvenlik önceliklerine göre sürdürdüğü söylenebilir.
Yukarıda formülün uyarlaması ile ortaya çıkan durumda olduğu gibi ülkeler aynı tehdidi kendi bakış açıları ile farklı değerlendirmektedir. Kanaatimce bu formüle ilave edilmesi gereken diğer bir değişken de Tarihsel Hafızadır. Bu tek başına tehdit algısını değiştirebilecek bir çarpandır. Ülkelerin yaşadığı travmalar, geçmiş çatışmaların izleri, ezeli düşmanlıklar ve bunlar üzerinden oluşan toplumsal hafızanın tehdit algısına katkıları göz ardı edilemez. Tarihi boyunca birbirleri ile çatışmalar yaşamış Avrupa ülkeleri açısından bu faktör en az diğerleri kadar önem taşımaktadır.
Tarihsel hafıza söz konusu olduğunda Sovyetler Birliğinden arta kalan izler kadar ABD’nin de rolüne değinmek gerekir. Yaygın görüşe göre Avrupanın son 75 yılda yaşadığı barış döneminin kaynağı olarak NATO’nun getirdiği güvenlik ve AB ile sağlanan siyasi bütünleşme gösterilir. Ancak Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki çatışmalar ve güvensizlik dikkate alındığında kıt’a dışından bir güvenlik sağlayıcı olmadan uzun süreli bir barışın sağlanamayacağı gerçeği de gözardı edilmemelidir. Bu nedenle gerçek istikrar kaynağının ABD’nin liderliğinden geldiğini söylemek daha doğrudur.
AB birleşmesini mümkün kılan unsur sanılanın aksine ekonomi değil ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi altında Avrupa içi tarihsel rekabetlerin dondurulmuş olmasıdır. Bir bakıma NATO’nun varlığı AB’nin kuruluşunu da kolaylaştırmıştır. Çünkü üye ülkeler siyasi egemenliklerini bir üst yapıya devretmiş fakat güvenliklerini bu yapıya devretmemişlerdir. Bu nedenle yaşanan barışı Avrupa kendi başına üretmemiştir. Bu istikrar kıta dışındaki güç ABD’nin sağladığı güvenliğin bir sonucudur. Bugün ABD’nin stratejik önceliklerinin değişmesinin yarattığı şaşkınlığın sebebi budur. Bu değişiklik ve kaygılar da Avrupa’nın “ortak tehdit” algısının çöküşünü hızlandıran temel faktördür. Yaşanan gelişme AB’nin siyasi temellerini sarsabilecek bir risk faktörüdür.
Ayrışan Tehdit Algıları İçinde Birleştirici Bir İstisna, Nükleer Tehdit
Konvansiyonel tehditlerin değerlendirilmesi ve algılama farklılığı yukarıda belirtilen formül ile açıklanabilirken, nükleer tehditlerin algılanması daha farklıdır. Mesafe faktörü ortadan kalkar, herkesi sınırsız bir şekilde etki altına alır ve hassasiyet yaratır. Niyet ise belirgin değildir ve kullanım eşiği de yüksektir. Bu nedenle çoğu ülke için soyut bir risk anlamında olduğundan günlük güvenlik önceliklerinin önüne geçmemektedir. Üstelik ABD’ne bağımlılığı da artırıcı bir etkisi vardır. Bu çerçevede nükleer tehdit, NATO’da birleştirici ama sınırlı bir istisna olarak değerlendirilebilir. Ortak bir korku yaratmakta, ancak ortak bir stratejik yön üretmeye yetmemektedir.
Tehdit Algısının Siyasallaşması: Savunma Sanayii ve Güvenlik Söyleminin Ekonomik Boyutu
NATO içinde tehdit algılarının şekillenmesinde yalnızca jeopolitik gelişmeler değil, savunma sanayiinin yapısal etkileri de belirleyici olmaktadır. Savunma sanayii, güvenlik politikalarının yalnızca sonucu değil, giderek şekillendirici bir aktörü hâline gelmiştir. Bu durum, Bir ABD başkanının 1961 yılında uyardığı “askerî-endüstriyel kompleks” kavramının güncel bir yansımasıdır.
Özellikle Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında NATO ülkelerinde hızla artan savunma harcamaları, tehdidin yalnızca objektif riskler üzerinden değil, siyasal ve ekonomik teşvikler üzerinden de tanımlandığını göstermektedir. Tehdit söylemi, savunma bütçelerini artırmak, yeni silah sistemlerini meşrulaştırmak ve kamuoyunda askerî harcamalara yönelik direnci azaltmak için güçlü bir araç hâline gelmiştir. Savunma sanayii ile siyasal karar alıcılar arasındaki karşılıklı simbiyotik ilişki tehdit söyleminin daha fazla siyasallaşmanına neden olmaktadır.
Bu nedenle savunma sanayiinin etkisi, NATO’nun içinde bulunduğu yol ayrımının merkezinde yer almaktadır. Bunun etkisi tehditlerin gerçekliği ile tehdit anlatıları arasındaki çizgiyi giderek daha da bulanık hale getirmekte ve ittifakın uzun vadeli stratejik uyumunu da zorlaştırmaktadır
Avrupa’nın Güvenlik İkilemi
Avrupa; güvenliğinin sağlanmasında ABD’den liderlik yapmasını beklerken, ekonomisini onun esas rakibi Çin ile sürdürmek istiyor. Siyasi birliğin sağlanmasını AB’den beklerken NATO’nun da bu birlik için caydırıcılık sağlamasını istemektedir. Bu çoklu bağımlı yapı liderlik yapacak bir güç olmadan NATO içinde bütüncül stratejiler üretilmesini zora sokmaktadır. Böyle bir ortamda Fransanın başını çektiği “stratejik özerklik” söylemi de kendi güvenlik yükünü üstlenecek askeri kapasiteyi inşa etmeden gerçekleşmeyecektir.
Sonuç: NATO’nun Asıl Krizi Dışarıdan Değil, Kendi İçinden
Avrupa, Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik üretme kapasitesini giderek kaybetmiştir. ABD’nin sağladığı nükleer koruma şemsiyesi, askeri teknoloji üstünlüğü ve jeopolitik liderlik, Avrupa devletlerinin kendi stratejik bağımsızlıklarını geliştirmesini engellemiştir. Bugün tehditleri tanımlama ve onlara karşı kurumsal strateji geliştirme kapasitesi sınırlıdır. Güvenlik alanında bağımsız bir aktör olamaması NATO’nun içindeki ayrışmaları da derinleştirmektedir.
NATO’nun genişlemesi ittifakı güçlendirmemiştir. Farklı tarihsel hafızalara, güvenlik önceliklerine ve siyasi rejimlere sahip yeni üyelerin eklenmesi, tehdit tanımlarını ve karar alma süreçlerini zorlaştırmıştır.
Ukrayna savaşı ilk aşamada NATO içinde hızlı ve görünür bir birliktelik yaratmıştır. Ancak zaman içinde savaşın maliyeti, yarattığı riskler ve nasıl sonuçlanması gerektiği konusunda ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD ile görüş ayrılıkları derinleşmişir. Bu nedenle savaş NATO’yu birleştirici bir güç olmaktan ziyade iç ayrışmaları görünür hale getirmiştir. Yakın zamanda ortaya çıkması beklenen diğer çatışmalı alanlarda bu bölünmenin daha da keskinleşmesi beklenmelidir. Bu da NATO’nun varlık sebebini sorgulanır hale getirecektir.
Bugün NATO’nun karşı karşıya olduğu en büyük tehlike: Rusya, Çin’dir. Söylenildiği gibi terör, göç veya enerji riskleri değildir. Asıl tehlike, ittifakın kendi içinde çözülmekte olan stratejik uyumu sağlayacak ortak tehdidi tanımlamakta yaşadığı açmazlardır. Farklı güvenlik önceliklerinin bir arada yaşatılmaya çalışılması NATO’yu askeri bir blok olma görünümünden uzaklaştırmaktadır. NATO’nun yaşadığı kriz, tehdit algısını oluşturan unsurlardan fiziki askeri güç kapasitesi ve bunları kullanma niyetinden değil; tarihsel hafıza, hassasiyet ve yakınlık faktörlerinin yarattığı algılama farklılığından kaynaklanmaktadır.
Bu durumda bir askeri ittifakın yaşayabilmesi için en temel soru gündeme gelmektedir. NATO hangi çatışmada gerçekten birlikte hareket edebilir? Konvansiyonel tehditlerde birlikte hareket etme ihtimali düşük, nükleer eşiğe dayanan durumlarda ise daha yüksektir diyebiliriz.
Yazıyı bitirmeden akla gelen soru bu gelişmelerin Türkiye’ye etkilerinin neler olabileceğidir. Başka bir yazıyı gerektiren bu konu için önemli gördüğüm bazı hususlara değinerek yazıyı tamamlamak istiyorum.
Yeni dönemde Türkiyenin konumu ittifak için hem stratejik bir değer hem de siyasi tartışma alanı haline gelmektedir. Stratejik özerklik için alan açmaktadır. Halen yaptığı gibi çok yönlü politikalar izlemeye devam etmelidir.
İttifakın politikalarına körü körüne uyum değil çıkarların ayrıştığı yerlerde direnmekten çekinmemelidir. Kendi güvenlik öncelikleri ittifak içinde daha yüksek sesle savunan bir ülke olmalıdır.
NATO’nun ortak tehdit tanımı üretmekte zorlandığı bir dönemde, Türkiye’nin yıllardır yaşadığı çok boyutlu tehdit tecrübesi kendisi ve ittifak için stratejik bir avantajdır.
Savunma sanayiini hem ittifak standartlarında hem de rekabet şansını artıracak değişik standartlarda geliştirmeye devam etmelidir.
Not: “Tehdit Algısı = Yetenek x Niyet × Yakınlık × Hassasiyet × Tarihsel Hafıza” formülü, uluslararası güvenlik yaklaşımlarında kullanılan değişik faktörler derlenerek üretilmiş bir modeldir. Formülün temel bileşenleri Stephen Walt’ın “Threat Perception / Balance of Threat Theory” (1987) yaklaşımından hassasiyet ve tarihsel hafıza çarpanları ise Kopenhag Ekolü’nün güvenlikleştirme literatüründen esinlenerek eklenmiştir (Buzan, Wæver & de Wilde, 1998).