Kurallara Dayalı Uluslararası Düzenin Geleceği ve Güvenliğin Değişen Doğası
Uluslararası sistem artık tek boyutlu değil; veri, finans, kültürel iletişim, üretim zincirleri ve dijital altyapıların belirlediği çok katmanlı, kırılgan ve hızla değişen bir yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle kurallara dayalı uluslararası düzenin sürdürülebilirliği yalnızca askerî güç veya diplomatik kapasite ile değil, görünmez tehditlere karşı dayanıklılıkla doğrudan bağlantılı hâle gelmiştir.
Kurallara dayalı uluslararası düzen (KDUD) kavramı ikinci dünya savaşından sonra oluşturulan ve bir süreç içerisinde oluşturulan kurumlar, kurallar ve kabul edilen antlaşmalarla kurulan düzenin adıdır. Bu terim özellikle 1990’lardan sonra iki kutuplu sistemin sona ermesi ve küreselleşmenin hız kazandığı dönemde daha sık kullanılır olmuştur. Uluslararası ilişkilerin yönetimi, kurallar, kanunlar ve benimsenen uygulamalara verilen bir isimdir bu kavram. Bu düzen, Batı’nın ekonomik, teknolojik ve kurumsal üstünlüğüne dayanmış; güvenlik ise ağırlıklı olarak askerî güç, caydırıcılık ve devlet merkezli tehdit anlayışıyla tanımlanmıştır.
Ancak günümüzde bu düzeni ayakta tutan sütunlar ciddi biçimde sarsılmaktadır. Bunun nedeni tek bir alandaki kriz değil; teknoloji, ekonomi, güvenlik ve jeopolitik rekabetin aynı anda dönüşmesidir. Uluslararası sistem artık tek boyutlu değil; veri, finans, kültürel iletişim, üretim zincirleri ve dijital altyapıların belirlediği çok katmanlı, kırılgan ve hızla değişen bir yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle KDUD’nin sürdürülebilirliği yalnızca askerî güç veya diplomatik kapasite ile değil, görünmez tehditlere karşı dayanıklılıkla doğrudan bağlantılı hâle gelmiştir.
Bu yazıda önce söz konusu düzenin temel kurumlarının neden kırılgan hâle geldiği; ardından güvenlik anlayışının nasıl dönüştüğü ve geleceğe dair işbirliği alanlarının neler olabileceği ele alınmıştır. Yeni bir düzen mi kurulmalı yoksa mevcut sistem iyileştirilmeli mi ya da çağın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde dönüştürülmeli midir şeklinde devam eden tartışmalara güvenlik penceresinden katkı sunmak üzere hazırlanmıştır.
Kurallara dayalı uluslararası düzeni oluşturan temel kurumlar
KDUD, hâlâ aktif olan beş ana kurumsal sütun üzerinde yükselmektedir:
· BM ve bağlı kuruluşlar (küresel güvenlik ve diplomasi),
· IMF, Dünya Bankası, OECD gibi Bretton Woods kurumları (ekonomik işbirliği ve kalkınma),
· NATO ve bölgesel güvenlik örgütleri (savunma),
· Silahların kontrol rejimleri,
· WTO, WHO, ICAO gibi uzmanlık kuruluşları ile AB, OIC, GCC gibi bölgesel örgütler.
Bu yapıların ortak özelliği, Batı’nın tarihsel güç üstünlüğü dikkate alınarak tasarlanmış olmalarıdır. Soğuk Savaş iki kutuplu bir dünya görünümü yaratmış olsa da üretim gücü ve sermaye birikimi uzun süre Batı’nın elinde kalmıştır. Üretimden elde edilen avantaj, finansal sistemin de Batı lehine şekillenmesini sağlamış; üretimin küresel güneye kaydırılmasında bir sorun görülmemiştir çünkü bunun finansal araçlar üzerinden kontrol edilebileceği düşünülmüştür. 21’inci yüzyılın başından itibaren Çin’in ve küresel güneyin üretimde, yenilikçilikte ve teknolojide hızla güç kazanması bu kurumsal mimarinin eşitsizliklerini görünür kılmıştır. Batının temsil gücünü paylaşmaya direnmesi nedeniyle BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi paralel kurumlar ortaya çıkmıştır.
Batı, üretim üstünlüğünü kaybetmeye başladıkça elindeki en güçlü araç olan finansal yaptırımları daha sık kullanmaya başlamıştır. Üstelik bu yaptırımların büyük çoğunluğu BM kararlarına dayanmamakta; tek taraflı veya blok kararlarıyla uygulanmaktadır. Söz konusu yaptırımların nerde ise tamamı batı kaynaklıdır. Hem korumacılık hem de rakibi zayıflatma amacı taşıyan yaptırımlar, KDUD’nin meşruiyetini aşındıran önemli bir unsur hâline gelmiştir. O halde batı bu silahı son yıllarda neden sık kullanmaya başladı sorusu akla gelmektedir. Bunun cevabı KDUD’nin gerçek omurgasının kurulu finansal mimari olduğu gerçeğinde yatmaktadır.
Günümüz uluslararası düzeninin ayakta kalmasını sağlayan en kritik unsur askerî güçden çok küresel finansal mimaridir. Bu mimarinin temel bileşenleri ise
· Doların rezerv para statüsü olması
· Petrol ticaretinin dolarla yapılması,
· SWIFT ödeme sistemi,
· Batı merkezli finans piyasaları ve bunlar üzerinden devreye alınan yaptırımlardır.
Batı’nın yaptırım kapasitesinin büyük bölümü bu altyapılara dayanmaktadır. Bu nedenle finansal düzeni tehdit eden gelişmelerin bölgesel askerî çatışmalardan daha büyük bir küresel kırılma potansiyeli taşıdığı söylenebilir. Bu sistemi değiştirmeye yönelik girişimler batı tarafından algılanan en büyük tehdit kaynağıdır. Bu kapsamda Çin’in dijital Yuan ve BRICS ödeme sistemleri gibi alternatif yapılar batının kurduğu müesses nizamı tehlikeye atma potansiyeli taşıyan varoluşsal tehditler olarak görülmektedir.
Güvenliğin değişen doğası
Kurallara dayalı düzen tarihsel olarak tarafsız değildir. Batı merkezli çıkarları öncelikli olarak gören bir sistemdir. Güvenlik anlayışı da buna göre şekillenmiştir. Güvenlik geleneksel olarak sınırların, egemenliğin ve ulusal çıkarların korunması anlamında kullanılan bir kavram olmuştur. Güvenliğin sağlanmasında en görünür ve kolay tanımlanabilen araç ise askeri güç kapasitesidir. Kuralları koyan taraf aynı zamanda bunları korumakla da yükümlüdür. Askeri güç söz konusu düzende bu işlevi de görmüştür. ABD’nin küresel askerî varlığının bir amacı da bu düzeni korumaktır.
Klasik güvenlik teorilerine göre kaotik uluslararası ortamda tehditler büyük ölçüde devlet merkezli ve askeri odaklı olduğundan bunlara karşı da askeri gücün geliştirilmesine önem verilmiştir. Askeri gücün geliştirilmesi ve kullanımının ikna edici olabilmesi için bir meşruiyet zemininin de yaratılması gerekmiştir. Batı kendi kimliğini koruyabilmek için öteki olarak tanımlanabilecek bir düşmana ihtiyaç duymuştur. Tehditlerin kaynağı devletler olduğu için düşman da devletler veya karşı ittifakın üyeleri olarak belirlenmiş ve SSCB ideolojisi özgür dünyanın tehdidi olarak sunulmuştur. Bunun sonucu olarak da askeri rekabetin yanında çatışmanın asıl konusu ideolojik meşruiyet mücadelesi olmuştur. “Ötekileştirme”, hem Batı değerlerinin evrenselleştirilmesi hem de Batı toplumlarının iç bütünlüğünün korunması için kullanılmıştır. Askerî açıdan kollektif savunma ve caydırıcılık güvenlik anlayışının temelini oluşturmuştur.
Ötekinin farklılaşması
Günümüzde öteki kavramı farklılaşmaya başlamıştır. “Öteki” artık yalnızca düşman devletleri ve terör örgütlerini değil küresel ölçekli teknoloji şirketlerini, yapay zekâ modellerini, kontrolsüz algoritmaları, bağımlılık yaratan platformları da kapsamaktadır. Kritik alt yapı tesisleri, dijital ağlar ve uzay konuşlu sistemler hem küresel bağımlılığın vazgeçilmezleri hem de en kırılgan unsurları haline gelmiştir. Bu aktörler bazı durum ve şartlarda, devletlerden bağımsız hareket edebilmekte, kritik altyapıları etkileyebilmekte ve toplumsal algıyı da dönüştürebilmektedirler.
Yeni tehditlerin çoğu görünmez, algılanması zor, kaynağı belirsiz, fiziksel değil dijital ve bazen de devletlerden değil şirketler ve otonom sistemlerden kaynaklanan tehlikelerdir. Örneğin bir siber saldırı tek satır bir kodla bankacılık sistemini durdurabilir. Yörüngedeki uyduların zarar görmesi küresel konumlama sistemi GPS ağını çökerterek lojistik sistemleri, ticareti ve iletişimi felce uğratabilir. Kısacası tehditler artık gözle görülmese de etkileri neredeyse bir savaşta olabilecek kadar yıkıcı kapasiteye erişmiştir.
Geleneksel tehditlere karşı sınırlarındaki fiziki güvenlik sistemleri ve askeri güç kapasiteleri ile korunma sağlayabilen ülkeler bu yeni tehditlere karşı daha hassas duruma gelmişlerdir. Ortaya çıkan bu tehditler öteki kavramına da yeni bir boyut kazandırmıştır. Çünkü bunlar sınırları olmayan bir dünyada faaliyet göstermektedirler.
Ticaretin küreselleşmesi, dijital ağlar üzerinden sağlanan bağımlılık geleneksel bakış açısına göre coğrafi sınırlara dayanan güvenlik anlayışını da değiştirmiştir. Dijital çağda bilgi üretimi, paylaşımı, kültürel etkileşim, finansal uygulamalar fiziksel sınırlamalara bağlı olmadan hızla yapılabilir hale gelmiştir. Küreselleşme geçirgenliği artırmıştır. Görünürde bu serbestliğin arka planında ise bilgi hakimiyetini korumak için yeniden dijital duvarlar yükselmeye başlamıştır. Örneğin batılı devletler Çin tarafından geliştirilen yapay zekâ modellerini, kritik alt yapı donanımlarını yasaklamış, Çin ise bu teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanımını tamamen devlet kontrolüne almıştır.
Görünmez tehditlere karşı görünür silah sistemleri
Soğuk savaş döneminde belirli coğrafyalarda askeri güç unsurları, ittifaklar, ideolojik bloklar gibi görünür aktörler üzerinden şekillenen güvenlik anlayışı bugünkü görünmez tehditleri karşılamada yetersiz kalmaktadır. Buna karşın eski güvenlik anlayışının etkisinden henüz kurtulamayan devletler hala geleneksel tehditlere karşı geliştirilen silah sistemlerine büyük yatırımlar yapmaktadırlar. Bu çelişkinin dört temel nedeni aşağıda belirtilmiştir.
Psikolojik açıdan toplumların tehdit algısı hala görünen fiziksel çatışmaların yarattığı yıkımla şekillenmektedir. Politikacılar için bu silahlara yapılan yatırımların görünürlüğü fazladır ve siyasi getirileri yüksektir. Ulusal ve uluslararası güvenlik kurumları hala büyük ölçüde 20’nci yüzyıl savaşlarından alınan derslere göre tasarlanmıştır. Bunlar kadar önemli diğer bir faktör görünmez tehditlerin nükleer silahların etkileri ile karşılaştırılabilecek kolektif bir dehşet hafızasını henüz yaratmamış olmalarıdır. Pandemi ile yaşanan gelişmeler, iklim krizinin etkileri henüz bu denli dehşet ve korku yaratmadığı için eski güvenlik anlayışına göre silahlanma devam etmektedir. Asıl üzerinde durmamız gereken sorun yerleşik paradigmalara, kabullenilmiş kavramlara dayanan algılama şeklimizdir.
Yukarıda açıklanan gelişmeler KDUD’nin geleneksel devlet-merkezli güvenlik yapısıyla uyumsuzluk yaratmaktadır. Çünkü uluslararası kurumların yetkisi hâlâ 20’nci yüzyıl aktörlerine göre düzenlenmiştir. Kurallar devletler için geçerlidir fakat bugün kritik kararların bir kısmını devlet dışı aktörler verebilecek hale gelmiştir.
Yeni bir güvenlik anlayışı ihtiyacı
Bir zamanlar evrensel kabul gören kurallara dayalı uluslararası düzen, bugün kural koyucular ile kurallara uyması beklenenler arasında artan bir gerilim üretmektedir. Sistem hâlâ eşitlik söylemini sürdürse de uygulamada adalet zayıflamış, güçlünün belirlediği kurallar öne çıkmıştır. Evrensellik iddiası taşıyan bu düzen, aslında tek kutupluluk döneminin bir yansımasıydı; ancak bugün dünya düzeni çok kutuplu bir yapıya doğru dönüşmektedir.
Yeni teknolojiler ve bu teknolojilerin ürettiği araçlar, askeri güce dayalı caydırıcılık kavramını yeniden tanımlamayı zorunlu kılmaktadır. Bir taraftan yeni güç odakları ortaya çıkarken, diğer taraftan küresel tedarik zincirleri ve enerji bağımlılıkları tüm aktörleri etkileyen yeni kırılganlıklar yaratmaktadır. Toplumların karşılıklı bağımlılığı artarken güvensizlik duygusu da derinleşmektedir. Bu güvensizliğin temel nedeni, mevcut kurumların işleyişindeki yetersizlik ve yönetememe sorunudur. Teknolojik değişim kapasitemiz ile bu değişimin doğurduğu sonuçları düzenleme yeteneğimiz arasındaki fark giderek açılmaktadır.
Sorun yalnızca kurumların eskimesi değildir; asıl problem, kavramların da işlevini yitirmesidir. Askeri caydırıcılık merkezli eski güvenlik yaklaşımı yerini dijital dayanıklılık kavramına bırakmaktadır. Eğer bu alanda uluslararası düzenlemeler yapılamazsa, güvenliğin sağlanması da mümkün olamayacaktır. Kurumların tamamen dönüşmesi uzun zaman alabilir; ancak aşağıda belirtilen alanlarda sağlanacak uzlaşılar, daha geniş kapsamlı işbirliklerinin de önünü açabilir.
Bu kapsamda öncelikle güvenlik kavramının yeniden tanımlanması gereklidir. Güvenlik yalnızca devletlerin bekasını değil; toplumların, ekonomilerin, bilginin ve teknolojilerin korunmasını da içermelidir. Sınır tanımayan dijital altyapıların güvenliği, sürdürülebilirliği ve dijital egemenlik konuları güvenlik tanımının ayrılmaz parçası hâline gelmelidir. Örneğin belirli devletler ve büyük şirketlerin mülkiyetinde olan fakat bütün dünya için hizmet sağlayan fiberoptik denizaltı internet kabloları, küresel konumlama uyduları gibi alt yapıların yönetimi ve işletilmesi insanlığın ortak malı gibi düşünülerek düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç vardır. Kendi sınırları dışında olsa bile ülkelerin güvenlik politikalarını hazırlayan kurumlar bunların güvenliğini de dikkate almak zorundadır.
Kurallara dayalı düzenin evrenselliği gibi batı kültürünün evrensellik iddiası da anlayış birliği sağlanmasında engeller çıkarmaktadır. Örneğin güvenlik ve bunun karşıtı tehdit kavramlarına iki farklı kültürde nasıl yaklaşıldığı dikkat çekicidir. Batı düşüncesinde tehdit, güvenliğin sağlanması için bastırılması, etkisizleştirilmesi gereken bir unsurdur. Bu da devletlerarası ilişkileri sıfır toplamlı çatışmacı bir yapıya sürüklemektedir. Buna bağlı olarak caydırıcılık, güç geliştirme, askeri ittifaklar kurma gibi politikalarla sağlanmaya çalışılmaktadır.
Doğu düşüncesinde ise zıtlıkların yok edilmesi değil, dengelenmesi ve aşırılıkların önlenmesi önemlidir. Tehdit yıkıcı bir unsur değil sistemin sürdürülmesi için aşırılıklarının giderilmesi dönüştürülmesi gereken bir unsurdur. Bu farklı düşünme biçimleri güvenlik politikalarını doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle bir tarafın kendi kültürel yaklaşımını üstün görmesi yerine, karşı tarafın düşünme biçimini anlamaya yönelik çaba göstermesi işbirliğini kolaylaştıracaktır. Son yıllarda hayatımıza giren yapay zekâ uygulamaları kültürler arası etkileşimin artırılması için etkili bir araç olabilir. Ancak devletler bu uygulamaların farklı kültürlerde kullanımına sınırlamalar getirmektedirler. Kültürel etkileşimi engelleyen dijital bariyerler ve medya kısıtlamaları konusunda yapıcı düzenlemelere ihtiyaç vardır.
Yukarıda belirtilen dijital alt yapılara yönelik yeni tehditlerden kaynaklanan ve nükleer silahların yarattığı türden “dehşet hafızası” yaratacak bir olay henüz gerçekleşmemiştir. Ancak bu düzeyde yıkım yaratma potansiyeline sahip birçok teknoloji mevcuttur. İklim krizinin etkileri zamana yayıldığı için tehlikenin algılanması farklı toplumlarda farklı düzeydedir. Yakın dönemde yaşanan pandemi ise bu kırılganlıkların somut göstergelerinden biridir. Bunlardan daha da tehlikelisi, dünyadaki tüm sistemleri birbirine bağlayan kritik altyapıların tahrip edilmesi ihtimalidir. Nükleer silahlar için kullanılan karşılıklı garantili yıkım (MAD) prensibine benzer bir durum bu tehditler için de geçerlidir. Çünkü böyle bir saldırıyı başlatacak tarafın kendisinin de etkilenmemesi mümkün değildir.
Bu nedenle uzay güvenliği, yapay zekâ ve otonom sistemlerin geliştirilme ilkeleri, biyogüvenlik ve pandemi hazırlıkları, finansal sistemlerin korunması gibi alanlarda hızlı düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Özellikle:
• Otonom silah sistemlerinde insan kontrolü (human-in-the-loop),
• Siber operasyonlarda “ilk kullanan olmama” prensibi,
• Yapay zekâ için küresel ilkeler ve kırmızı çizgiler gibi normların belirlenmesi acil ihtiyaçtır.
BM sistemi mevcut yapısı ile bu alanlarda bağlayıcı kararlar almakta zorlanmaktadır. Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün nükleer silahlara ilişkin yürüttüğü arka kapı politikaları ve gizli diyaloglara benzer şekilde, bugün teknolojik kapasiteye sahip ülkelerin bir araya gelerek teknik müzakereler yürütmesi daha hızlı ve etkili sonuçlar doğurabilir.
Sonuç olarak çok kutuplu bir dünya oluşmaktadır. Çok kutupluluğun doğası rekabetçi ve çatışmacıdır. Ancak küresel güvenlik açısından çatışma değil işbirliği alanları belirlenerek çözümler geliştirilmelidir. Başlangıçta sorulan soruya verilecek cevap ise yeni bir düzen kurmak yerine mevcut düzeni çağımızın ihtiyaçlarına göre değiştirmek daha akılcı bir çözümdür. Çünkü tarihte yeni düzenlerin kurulması hep büyük yıkımların savaşların arkasından gerçekleşmiştir. Daha adil bir düzen için çözüm arayışları sadece iki veya üç süper güç ile sınırlandırılmamalı bölgesel güçler de buna ortak edilmelidir